BİLGİ KÜPÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİLGİ KÜPÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2019 Pazartesi

IŞIK BEDENİNİZİ ONURLANDIRIN





Işık Bedeninizi Onurlandırın

Bizleri yüksek bilincin doğasına davet eden kadim bilgilerle, ilahi mesajların özümlenebilmesi ve aydınlanma süreçlerinin yaşanabilmesi için kendimizden başlayarak, kendimize doğru bir yolculuğa çıkacağız.

Bilincimiz, onu aşkın bir düzeye ulaştırabildiğimizde ışıklanacak. Maddenin elektromanyetik spektrumundan kurtulabilenler ise, sonsuzla birliği dileyecekler.

Değerlerimizi, edimlerimizi hangi güç alanlarına bağladığımıza dikkat etmeliyiz. Bu aşamada, enerjimiz transforme edilir ve bizi, ayni türden frekanslara uyumlaması beklenilir. Uyumun doğru frekanslara ayarlanması, tıpkı gürültülü bir radyoda ince bir ayar yapıyormuşçasına, saf sesleri arayıp bulmaya çalışmaktır.

Sahiplenmenin yorucu gücü, gurur ve ön yargıların tutsaklığı ile birleşir, insanın benliğine sımsıkı kayıtlanarak, kendi kendisini madde ile büyülemesine yol açar. Büyüsünü bozmak isteyen; asil bir iradenin ahengi ve Öz’ün sadeliği içinde içsel ışığını açarak, ışık bedenini onurlandırmalıdır.

Işık Beden’in fiziki olana üstünlüğü; fizik bedenin adeta latif hale gelmesini, şifayı ve farkındalığı sağlar. Ruhun gereksinimi olan her çalışma, yaşantımız burada sürerken, ruhsallığımızın bir uzantısı olan Işık Beden’in gelişimini tamamlamaya yardımcıdır.

Gizemcilikte önemli bir yeri bulunan Işık Beden; Batı geleneğinde Işık, Doğu geleneğine ise, Elmas Beden olarak adlandırılan haldir. İslam ezoterizminde Nurlanma olarak da anılır. (Radiant Body)

İnsan, yavaş yavaş saflaşarak, iç güçlerini dönüştürme olanağına, acıları dindirme gücüne sahiptir. Değişim adına bir çok şeye veda ederek kendi üzerimizde disiplin sağlamak zordur. Ancak; iradesiyle Cism’ini birliğe yönelten yükselebilir.

Işık bedeni, psişik bir mutasyonla, insanı, hastalıklardan, çirkinlikten, yaşlanma etkilerinden uzak tutar, gizli arşivimizi düzenleyebilir. Işık Beden yaratabilmek; Okültizmde ve Batı Geleneği’nde özgün bir Törensel Maji çalışması gerektirse de, aslında ezoterik anlamda, riyazat ve tefekkür yoğunluğu halinde, kalbin arınması ile, böyle bir beden var edilebilir. Dolayısı ile, tefekkürün yoğun ölçüde hayata geçirilmesini kapsar. İlahi adlar ve anma sırasındaki imajinasyon gücü daima birbirlerine bağlıdır. Çünkü tüm güçler; adlarla, imajlarla, yoğun düşünce ile uyandırılır.

Tibet, Çin ve Hint ezoterik literatüründe, Işık Bedeni oluşturma teknikleri bulunur. Meditatif çalışmalar, yoga, ibadet, renk görme, nefes teknikleri, imajinatif kreasyonlar önem kazanırken; böyle bir enerji akışından yararlanarak, sezgi kazanmak veya sanatsal ilhamlarla yetenekleri geliştirmek de olasıdır.

Ne ile uğraşıyorsak, katlanarak, enerjisini uzun süre kalıcı hale dönüştürebilmektedir. Ne var ki, her insanın edimleri iyi yönde olmayabiliyor, oysa, her varlığın ürettiği psişik enerji Dünya için ayrı ayrı önemli.

Dünya üzerinde, ekonomik kriz, skandal, savaş, ayaklanma, cinayet, kaba kuvvet, gerginlik, inanç çatışmaları, kült grupların artışı, sapkınlık, aldatma ve pop okültizmde bir artış görülürken, her varlığın, makro ve mikro düzeyde etkileşim halinde oluşu, insanların enerji dengelerini nasıl yönlendirecekleri ve nasıl kullanmaları gerektiği konusuna dikkat çekmeyi zorunlu kılıyor.

Organize frekanslardan ibaret olan holografik evrende, sezgileri ve psişik özellikleri geliştirmeye çaba harcamanın önemi, artık daha fazla hissedilmektedir.

Şu an sahip olduğumuz potansiyeli kullanamıyorsak, buna engel olan, kişiliğimizin maskesidir. Bizi kendi gerçeğimizden perdeler. Önemli olan kişiliğin iyice gelişmesi değil; gerçek özünü bilmek, edindiğimiz dışsal kişiliğin ve egonun gölgesi olmamak ve içteki Öz’e yönelip, farkındalıkla donanmaya çalışmaktır.

Geçmiş koşullanmalarımız, acı dolu anılarımızı yaratan bazı olayların yükleri, korkular, kızgınlıklar kırgınlıklar, ümitsizlik, suçluluk gibi duygular bilincimizin derinliklerine saklanmış olabilir. Bunları sahiplenip biriktirmeyelim. Tövbenin önerilişi ve affetmek hep bunlar içindir. Eğer, fizik bedeni baskın biçimde ve tek ifade aracımız olarak edinmeyi benimsemişsek, işimiz zorlaşır. Asıl olarak, ruhaniyetimiz iyileştirilmeli, zihni, duyguları ve nefsi yönetmelidir.

Büyük bir eser olan her insanın, yüksek varlığında bulunan değerlere ulaşmayı, iyi düşünme biçimini ve bunun enerjisini öğrenmeyi amaçlaması gerekir. Zihnin gerçek algılama kapasitesi aslında çok büyük. İçe dönük dikkat ise, zihnin aynasıdır.

Fizik evrenden ayrı bir şuur alanına ait olduğumuz için, buradaki uyumlanmamızı, beyin aktivite alanlarındaki loblarımızın işlevleri sağlamaktadır. Konsantrasyona dayalı bir trans, dua veya meditasyon halinde, Parietal Lobdaki oryantasyon, yani uyumlanma ilişki alanı, geçici bir biçimde nörolojik bilgi akışından deaktive olur

İşte aşkın- transandantal deneyimler ve mistik yaşantılar anında, zamandan ve mekandan ayrılma hissi, hatta, farklı bir boyutu algılama duygusu, bu bölgeye gelen uyarıların blokajıyla sağlanmaktadır.

DNA’mız, biyofoton yayarken, hem alıcı, hem verici gibi adeta optik işlevle, bilgiyi özümleyerek işler. Adeta, biyodijital bir internet sistemi haline geçerek, kelimelerle ve düşüncelerle etkileşebilir. Yaydığı frekansların dışında, moleküler yapımıza enerji ile bilinç veren bilgiler yakalayabilmesi ise, bize yepyeni kapılar aralamaktadır. Çünkü, DNA’nın bu titreşimler yardımı ile, bir tür aktivasyona açık oluşu, mistik ve ezoterik çalışmaların, bütünsel olarak yararlarına dikkat çekmektedir.
Devamını Oku »

26 Ağustos 2019 Pazartesi

IŞIK GÜÇLERİ













IŞIK GÜÇLERİ

İleri ırklardan oluşan Konfederasyon

Galaksideki evrimi gözetirler

Gezegene yardım etmek ve Gezegeni stabilize etmek için

Beşinci boyut ve Boyutsal Vorteksleri kullanırlar

Bizleri uyandırmak için ruhsal enerji gönderirler

Işık Güçleri Galaktik Işık Ağı yaratmayı ve Barış ve Uyum içinde yaşamayı seçerler

YÜZEYİN ALTINDA – Direniş Hareketi – Pek çok yıldız ırkından fiziksel özgürlük savaşçıları . Agarthalılar – bu durumun daha spiritüel yönünü temsil ederler – yüzey popülasyonunu etkilerler.

YÜZEYDE – Beyaz şövalyeler, Beyaz şapkalılar, Bazı Dragon grupları, diğer gizli gruplar, 1970’lerden beri politikanın, şirket ağlarının, bankacılık sisteminin, teknolojinin ve Gizli servislerin içine sızmışlardır.

YÜZEYİN ÜZERİNDE – Galaktik Federasyondan Pozitif Yıldız Irkları

Işık Güçleri ele geçirmezler – davet edilmeliler. İnsan iradesi her adımda korunmalıdır. (Sürecin uzamasının nedenlerinden biri de budur). (Galaktik Kodekse bakınız)

Direniş Hareketinin şu andaki üye sayısı 70 milyondur.

1 ila 3 milyar arasında Pleiadian üssündeki üye – Kuzey Tayvan/ teleportasyon çemberleri

Işık Güçleri diğer tüm Güneş Sistemlerini özgürleştirmişlerdir. Karanlık şu anda Dünya Karantinasındadır. Karanlık Güçlerle birlikte SSP gemilerinin Dünyanın yörüngesinden çıkmalarını engellemektedirler.

Shambhala – yer altı krallığı – milyonlarca yıldır, özellikle son25 000 yıldır – dünyayı ve üzerinde yaşayanları korumaktadırlar.

Işık işçilerinin doğabilmeleri için Reenkarnasyon döngüsünü etkileyebilirler.

Dünyanın ve üzerinde yaşayanların yıkımını şu şekilde engellemektedirler:

Tektonik tabakaları stabilize etmektedirler, nükleer saldırıları ve savaşları engellemektedirler ve ağır yıkımları engelleyip karanlık güçlerin planlarını mümkün olduğunca önlemektedirler. Derin Yer altı Askeri Üsleri yok etmektedirler, klonlama çemberlerini kapatmaktadırlar, çoğu Reptilian/Drakoyu ortadan kaldırmışlardır. Işık Güçleri milyonlarca yıldır yardım etmektedir.

Işık Güçleri İnsanlığın uyanmasını beklemektedir

İnsanlık İlahi Müdahaleyi beklemektedir.

Işık Güçleri yardım için davet edilmelidirler.

İNSANLIK – YARDIM İSTEYİN – – – !!!!!! – — –

İnsanlık, biz kendi payımıza düşeni yapmalıyız !!!!!!

NE YAPABİLİRSİNİZ

Pazar günleri senkronize özgürleşme meditasyonlarına (Türkiye saati ile akşam 19.00’da) katılın

Bilgiyi internet üzerinde, bloglarda, youtube’da paylaşın. Makaleler yazın.

Yüksek Benliğinize bağlanın – İçsel rehberlik/şifa alın

Titreşiminizi yükseltin – İçsel gücünüzü keşfedin

Görevinizi yerine getirin

Yeteneklerinizi kullanın – harekete geçin..

Kaynak : https://tr.prepareforchange.net/2017/05/27/isik-gucleri/?fbclid=IwAR1ED26Oq8BVibtVu6LVVZboC6jIXhKSy0mA_E0koD2PVRn4OBaaEKkmwQY








Devamını Oku »

23 Ağustos 2019 Cuma

YÜKSEK TİTREŞİME SAHİP GIDALAR







Yüksek Titreşime Sahip Gıdalar

Naturopat, orthomoleküler ve doğal beslenme uzmanı Martine te Kloese tarafından hazırlanmıştır.

İnsanlığın ortak, kollektif bilincini artırmak amacıyla her birimiz kendi bireysel enerji frekansımıza dikkat etmeliyiz. Bu da, diğer şeylerin yanı sıra, yediğimiz gıdalar ile ilgili daha bilgili olmamızı gerektiriyor. Böylece, sadece üç boyutlu dünyada var olmak için ihtiyaç duyduğumuz fiziksel vücudumuzun ötesinde olduğumuzu bilerek, bizi bir adım daha ötesine geçebliriz.

Etik Yön

Holistik bakış açısına göre bizler, sadece bir fizik bedenin çok daha fazlasıyız. Bizim ayrıca, fiziksel bedenimizden daha yüksek boyutlarda var olan yedi tane eterik bedenimiz ve diğer pek çok enerji alanımız da vardır. Bu bedenlerimiz de dengeli ve güçlü kalabilmek için besine gereksinim duyarlar. Bunu sağlayacak besinlerden söz ederken, gıdaların sadece besin değerlerinden değil, etik anlamdaki özelliklerini de görebilmeliyiz. Çünkü eterik bedenlerimiz saygı ve iyi niyet gibi ruhsal bileşenlerden etkilenirler.
Kendi fiziksel ve enerji zenginliklerini bizimle paylaşan Gaia’ya, Dünya Anamıza karşı olan saygımız önemlidir, O, her zaman dahil edilmelidir. Bu ayrıca, kendilerinin olan süt, bal ve yumurtalarını ve hatta en değerli şeylerini, hayatlarını bile bizimle paylaşan hayvanları da içeriyor. Bunun yanı sıra doğaya saygıyı içeren bir tarz ile üretilen yiyecekler, toprağın özenle bakımı, kullanılan suyun kalitesi, yoğun kimyasalların kullanılmaması gibi şeyler de bizlerin ruhsal titreşim frekansımızı yükselten unsurlar.

Titreşimlerimizi yükseltme konusunda, kendi niyetlerimiz de çok önemli ve bu noktada kendimize sormalıyız: Şu anda yemek üzere olduğum gıda, sevgiyle mi üretilmiş, yoksa sadece para kazanmak için mi? Bunu yapmadan başlarsak, daha ilk adımda merdivenin düşük basamaklarında oluruz, ve doğal olarak, sadece çok düşük frekansları gerçekleştirebiliriz. İşlemden geçirilmiş gıdalar tüketebiliriz, düşük maliyetle hazırlanmış ve çoklukla zehir içeren maddelerle hazırlanmış olanlar – ki bunlar, hem fiziksel bedenlerimiz için zararlıdır, hem de frekansımızı gözle görünür şekilde düşürürler.

Farkındalık

Mücadelemizin çok büyük bir kısmı, insanların çoğunda gördüğümüz bilgi eksikliğinden oluyor. İllegal bir ekonomiye dayanan bir dünyada yaşıyoruz, hırslı ve aydınlanmamış süpermarketler tarafından kuşatılmışız. Sıklıkla ne yediğimizi düşünemeyecek kadar aşırı meşgulüz ve işlenmiş, çok az ya da hiç besin içermeyen, hatta GDO, koruyucular ve sözü edilmeyen diğer zararlı şeyler içeren fast food yiyeceklere bağımlıyız.

Et ve Balık

Hayvanları yemek frekansımızı düşürür. Nokta. Çoğumuz, et lezzetli olduğu için ve zamanın başlangıcından itibaren et yediğimiz için bunu duymak istemeyiz. Ama özellikle enerji seviyesini yüksek tutmak isteyenler için, uygunsuz şekilde yetiştirilen ve korku ve acı getiren affedilemez öldürme süreçlerinden geçen bu hayvan etlerini yemek kötü titreşimlere neden olur. Bu durum, serbest çiftliklerde organik usullerle yetiştirilen hayvanlardan yenilerek yumuşatılabilir, ama yine de yüksek frekanslar için yeterli değildir.

Kutsallık

Et yemek, düşünmeden ve şükran hissetmeden gerçekleşen sıradan bir şey değil, kutsal bir eylem olmalıdır. Sonuçta hiçbir canlı hayatını kendi isteğiyle feda etmez. Ayrıca dünyamızda yaşayan iki kişi de birbirine benzemezler, bazıları gerçekten de vücut fonksiyonlarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek için bir parça ete ihtiyaç duyar. Yine de bunun aşırı miktarlarda olması şart değildir, sonuçta herkes kendisi için en iyi kalitedeki etin ne olduğunu kendisi belirleyebilir – ki burada kastedilen, hem ölümünden önce hem de sonrasında, o canlıya karşı duyulan saygıyla doğru orantılıdır.

Süt ürünleri, Yumurta ve Bal

Aynı kurallar burada da geçerlidir. Bu ürünleri tükettiğimiz zaman, bizim için üretilmemiş bir şeyleri yiyoruz, demektir. Süt, anneleri tarafından kendi yavruları için ve bal da, balı toplamak ve üretmek için çok ağır çalışan arılar içindir. Doğrudan söylemiş olursak, süt ürünleri ve bal tüketiminin, gezegenimizde yaşayan diğer canlılardan çalınmış besinler olduğunu bilmeliyiz. Yine de bu konu o denli siyah / beyaz olarak değerlendirilmemeli… Burada söz konusu olan frekansın yükseltilmesi ve süt ve süt ürünleri, yumurta ve bal tüketimi, bir canlının hayatına mal olmadığı için et kadar etkili değildir, yine de frekansımızı düşürdüklerini bilmeliyiz.
Eğer gıdalar hayvanların özü için büyük bir saygıyla hazırlansalar, yine de frekans yükseltici olabilirler, ve bu, onların besleyici değerlerini de artıracaktır, örneğin, ham bal üretiminde arıcı, elde edilen balın tamamını almayıp, arılara, kışı geçirebilmelerini sağlayacak ve bağışıklık sistemlerini kuvvetlendirecek yüksek besleyici gıdalar verirse ya da organik çiğ süt elde edilirken buzağıların da yeterince süt içmeleri sağlanırsa, veya tavukların serbest dolaşıp, kendi doğal kilolarında kalmaları ve organik yumurtalar üretmeleri sağlanırsa, bu, olacaktır. Bu tür gıdalar için etrafınızda aramaya şimdiden başlayabilirsiniz, tıpkı eski atasözünde olduğu gibi : “arayın, bulacaksınız”

Meyve ve Sebzeler

Sebze ve meyvaların üretiminde de çok dikkatli olmak gerekir. Toprağın bileşenleri, suyun kalitesi ve ürünlerin yetişmeleri için yeterli zaman tanımak önemlidir. Eğer sebze ve meyvalar doğayla uyum içinde yetiştirilirse, yüksek frekanslı, ve zenginleştirici olurlar. Ve tabii, hasat edildikten hemen sonra sofranız gelirlerse, çok daha iyi olur, bu yüzden yerel sezon ürünlerini ithal ürünlerine tercih etmeliyiz.
Ve son olarak, yiyeceklerimizin sevgi ve özenle hazırlanması da, toplu tüketim ürünlerine oranla çok daha yüksek frekans demektir. Ayrıca olabildiğince çok çeşitli ürün ve farklı pişirme yöntemleri de önerilebilir, yazları daha ziyade çiğ ya da az pişmiş, kışın, özellikle soğuk iklim olan yerlerde iyi pişirilmiş gıdalar tercih edilebilir.

Yaban Ürünleri
Doğada kendinizin bulacağı ürünleri tercih etmeniz çok bilgece olurdu. İnternette bu konuyla ilgili çeşitli bilgiler bulabilirsiniz. Yenilebilir bitkiler üzerine bir kitap edinin ve kendi yiyeceklerinizi kendiniz yetiştirmeye çalışın. Her kıtada farklı, kendine has ve özellikle salatalarda kullanılabilecek çeşitli ürünler vardır, fındık (kabuklu yemişler), mantar, meyve veya sebzeler gibi… Yetiştireceğiniz ürünlerin otobanlardan uzak yerlerde olmasına da dikkat edin, bunları ayrıca yumuşak ve zararsız sabun vb ile parazit ve böceklerden güzelce arıtın. Özenle ve doğa içinde yetiştirilen her şeyin yüksek besi değeri vardır ve bu yüzden hem bedeninizi, hem eterik bedenlerinizi beslerler.

Evimizin Bahçesinde Yetiştirme

Doğayla bağlantıda olabilmek için en güzel yoldur bu. Minicik tohumlardan bitkilerin oluşup yetişmeleri, yaşamın mucizevi oluşunu anlamamız için en güzel yöntem… Çok fazla para veya yer ayırmanıza da gerek yok bunun için, eski kovalar, tencere ya da saksılarda bile bitki yetiştirebilirsiniz. Ayrıca, dikey bahçecilik muhteşem ürünler yetiştirmemizi sağlayabiliyor. Her halükarda, kendi yetiştirdiğiniz taze gıdaları tüketmek muhteşem olurdu, hem temiz hem sevgi ile yetiştirildiklerinden emin olabilirsiniz.

Eterik Bedenlerimiz için Gıdalar

Eterik bedenlerimizi her zaman pozitif / sevecen duygular ve niyetler üreterek, doğada zaman geçirerek besleyebiliriz. Ayrıca sanat, müzik, edebiyat gibi güzel olan şeylere odaklanabiliriz. Savaş oyunları, zulüm içeren gürültülü korku filmleri ya da ölüm konulu negatif programlar ya da haberlerin negatif titreşimleri artırdığını bilmeliyiz.
Yine de, eterik bedenimiz için asıl gıdaları insanlar, bitki ve hayvanlar arasındaki sevgi dolu ilişkilerde bulabiliriz. Kalplerimiz ve ruhumuz için en gerçek gıdalar bunlardır.

Kaynak : https://tr.prepareforchange.net/high-vibrational-foods/?fbclid=IwAR1TJXAqJO3kQoeKPYYhLK-hCQpgZM7PQ2mud7WCSzEE7LMD-R1CuL4tBYE
Devamını Oku »

15 Mart 2019 Cuma

KAMUFLAJ USTALARI VE BİYOTAKLİT (Ufo,Plazma Orb's,Ebani,Worm Ufo)





Onlar tam bir kamuflaj ustasıdırlar.Naylon poşet veya uçuşan bir kağıt parçası ya da kafa karıştırıcı görünümlerde olan balonların şeklini alarak hareket edebiliyorlar.O kadar ustalar ki,sadece şekillerini taklit etmiyorlar,aynı zamanda poşetin veya kağıt parçasının havada salındığı gibi onlar da aynı şekilde yalpalama ve salınma hareketleri yaparak taklit edebiliyorlar.Böylece kimse onları fark etmiyor.Bu cisimler kesinlikle bilinçli hareket ediyorlar ve Atmosfer içi veya dışında bulunan gemiler tarafından kontrol edildiklerini düşünüyorum.
Bu konulara merakı olmayan,ilgilenmeyen,bilmeyen bir insan için sıradan bir poşetten,kağıttan farkları yok,hatta onları gördüklerinde ikinci kere bakmaz ve poşet,kağıt,çöp olduğunu düşünürler.Ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Kafayı yediğimi,hayal dünyasında yaşadığımı anlatanları çok dinledim,şuursuzca gülenleri çok gördüm ama hiçbir şey beni yıldırmadı,aksine araştırmalarıma,gözlemlerime daha da hız verdim.Yıllarca araştırdım ve gözlemledim,binlerce fotoğraf,yüzlerce video çektim.Gözlemlediklerim ve elde ettiğim görüntüler beni daha çok meraklandırdı.
Ormanlık bir alanda Kırk metre önümde,Amorf (kendine özgü bir biçimi olmayan),ama eskimiş,soluk renkli bir naylon poşet şekli alarak salına salına ilerleyen ve sonra aniden kusursuz bir küre şeklini alarak turuncu-pembe arası bir renkte inanılmaz ışımaya başlayan, basketbol topu büyüklüğünde bir Ufo'yu (Orb) gördüğüm zaman 'Hayal dünyasında yaşıyorsun' diyenler gelmişti aklıma.Buna benzer birçok gözlemim oldu,kaydettiğim görüntüler de var ve ne gördüğümü çok iyi biliyorum.
Ne yaptıkları,ne aradıkları bilinmiyor.Dünyamızda inanılmaz bir enerji israfı var ve her yerde açığa çıkan enerjiler var.Mesela en çok bakir olan ormanlık alanlarda gözlemliyorum.Enerjilerle ve manyetik alanlarla ilgilendiklerini düşünüyorum.Onları her yerde görmek mümkün.
Şehirlerde,ormanlarda,bulutların arasında,yanardağ ağzında,maden yataklarında,manyetik alanların yoğun olduğu yerlerde,Fay - Ley hatlarının olduğu bölgelerde ve her yerde..

Literatürde 'Worm Ufo' ve 'Ebani' diye tabir edilen diğer ilginç türler de mevcut.Bunlarla ilgili de dünya genelinde yüzlerce görüntü elde edilmiş.Amorf yapısı olan ve balon türlerine benzeyen,bazen renkli olan bu cisimler havada saatlerce asılı dururken gözlemlenmiş ve görüntülenmiştir.

İlgili videolarım
Link: https://www.youtube.com/watch?v=Gsr2SB_UJCc
Link: https://www.youtube.com/watch?v=pqikk54PXeE

YouTube Kanalım: Link: https://www.youtube.com/channel/UCC2Wl49NbrrO16HKNUEHm4g






------------ BİYOTAKLİT ------------



Uzun zamandır sizlerle paylaşıp, paylaşmama konusunda kararsız olduğum bir konuyu paylaşmak istiyorum.Ama lütfen tüm önyargıları bir kenara bırakıp öyle okuyun.Daha sonra istediğinizi düşünebilir,dilediğiniz eleştiriyi yapabilirsiniz.Hatta benim paranoyak olduğumu,kafayı yediğimi de düşünebilirsiniz veya gülebilirsiniz,sorun yok.Amacım sadece bilinmeze ışık tutabilmek ve sizlere bir fayda sağlayabilmektir.

Yıllardır kendi imkanlarımla Ufo'ları araştıran,kendi çapımda deliller toplamaya çalışan sıradan biriyim.İki tip gözlem yapıyorum. 1 - " Farkındalık Gözlemi " . Yani çıplak gözle arayarak,bekleyerek,takip ederek yaptığım gözlemdir. 2- " Teknik Gözlem " . Bu bahsettiğim teknik gözlemi daha önce duymuşsunuzdur,bir çok kişi yapıyor. Bu teknikte ki amaç, insan gözünün göremeyeceği hızlarda hareket eden ve fotoğraflarda sadece tek bir kareye yakalanan cisimleri bulmaktır.Bu şekilde yakalanarak yayınlanan bir çok ufo görseli vardır.Bu ikinci tür gözlemi, saniyede 8 kare foto çeken ve çözünürlüğü yüksek,çok hızlı bir fotoğraf makinesi ile yapıyorum.Teknik gözlemde geniş açıya sahip belirli bir yer seçiyorum ( bu her yer olabilir ) .Daha sonra etrafta bina,ağaç,bulut gibi referansları da kadraja alarak gökyüzünün boş alanlarını sürekli seri poz ile fotoğraflıyorum.Dakikada yaklaşık 400-500 kare, saatte yaklaşık birkaç bin kare çekiyorum,ama bunu yaparken fotoğrafını çektiğim alanı gözlerimle de takip ediyorum,çalışma alanımın boş olmasına çok özen gösteriyorum,mesela çalışma alanıma kuş girdiği zaman anında parmağımı deklanşörden çekiyorum,kadraja o da girsin istemiyorum,amacım temiz bir foto elde etmektir.Bunu ,yakaladığım cisimler için " kuş,böcek,uçak vs." denmesin diye yapıyorum.

Bu fotoğrafta gördüğünüz cismi 2 yıl önce yakaladım.O an her zaman ki gibi havayı kontrol ettim,sadece uçan tek bir kırlangıç vardı ve başka hiç bir şey yoktu,kırlangıcı fotoda altta görebilirsiniz.O kırlangıçtan başka uçan herhangi bir hayvan ya da uçuşan bir şey yoktu,dediğim gibi kadrajıma girmelerini hiç istemem ve dikkat ederim,ama bazen çok ani sağdan soldan fırlayan kırlangıç gibi çok hızlı olan kuşlar çıkabiliyor,işte fotoğrafımdaki kırlangıçta onlardan biriydi.Gelelim asıl meseleye.Ufo'ları bilen araştıran insanların çoğu onların " taklit " konusunda ne kadar usta olduğunu biliyorlar.Bunlara örnek videolar izledik,uçakları taklit ederek uçaklardaki gibi çakar lambaları senkronize çakan Ufo'lar,bulut taklidi yapan Ufo'lar,naylon poşetmiş gibi algılanan ve havada kontrollü veya kontrolsüzce salınan " gözlem diskleri ",şekil değiştiren Ufo'lar vs.. Ama ben bunların dışında daha farklı türler de olduğuna da inanıyorum.Mesela bu fotoda ki bence tam bir " Biyotaklit " tasarımdır.Acemi bir gözle bakınca sıradan, beyaz bir güvercin gibi duruyor.Ama yüksek çözünürlüğe sahip bir fotoğrafınız varsa yeterince büyütme imkanınız da vardır ve büyütme işleminde pikseller dağılmadan yeterince detay alacak kadar imkana sahip olursunuz.Eğer bu bir güvercin olsaydı şu an emin olun bu çözünürlüğe sahip bu fotoda güvercinin gözlerini,gagasını,ayaklarını ve tüylerini de görürdünüz.Onu da geçin,eğer kuş türü olsaydı saniyede 8 kare çeken bir makine ile elde ettiğiniz fotoda olan bir kuş en az 4-5 karede daha görünürdü,ama bu cisim sadece tek bir karede çıktı,bu en önemli detaydır.Hızı saatte 2.175 km ( 2.05 Mach ) olan bir F16 Savaş uçağını bile seri çekimde 1 saniyede en az 3-4 kareye alabiliyorsam gerisini siz düşünün.Bu nasıl hızlı bir cisimdir ki sadece tek bir kareye yakalanıyor ve başka hiçbir karede çıkmıyor. Bu fotoğraf kırpılmış bir fotoğraftır, yani aslı daha da büyüktür ama geri kalan kısmı önemsiz diye kırpmıştım.Fotoğrafta referans olarak koyduğum güvercin resimlerine bakarsanız kanat aralıkları,ayaklar, tüyler,gaga,gözler gibi detaylar nasıl da belli.Ben bu cismin tamamen " biyotaklit " olduğu düşüncesindeyim.

Boyutları bir güvercinden biraz daha büyük olabilir,bizim kullandığımız insansız hava araçları gibi,ama çok daha gelişmiş, yüksek bir teknoloji olduğunu düşünüyorum.Bu şekilde kameralara fotoğraflara yakalansa bile insanlar onun bir kuş türü olduğunu düşünüp önemsemeyecektir,şüphelenmeyecektir.Bu şekilde de rahatça semalarda hızlı ya da yavaş seyrederek işlerini yapabileceklerdir.Bir nevi kamuflaj yani...


'Bilgi evrenseldir ve paylaşılmalıdır' diyerek yürüdüğüm bu yolda,hiçbir çıkar gözetmeksizin,gerek araştırmalarım,gerek gözlemsel çalışmalarımla sizlere bir fayda sağlamaya çalışıyorum. Sevgiler..

Devamını Oku »

10 Ocak 2019 Perşembe

KOKULAR VE İNSAN FREKANSLARINA ETKİLERİ, BEŞ MANEVİ KOKU



KOKULAR VE İNSAN FREKANSLARINA ETKİLERİ, BEŞ MANEVİ KOKU

Kokular, tıpkı sesler ve renkler skalasına benzeyen bir dizi frekanstan ibarettir. Beynimiz, beş duyunun verileri dahil, herşeyi frekanslar halinde algılar, çiçeğin kokusu, metalin sertliği, rengin maviliği gibi her algı, frekansların beyin tarafından koklama, görme gibi duyulara dönüştürülmüş halidir.

Her kokunun saniyedeki titreşim sayısı bize farklılıkları verir, sümbülü veya papatyayı düşündüğümüzde, koku frekansını anımsayabiliyoruz. DNA, çeşitli frekanslar yayınladığı için, böyle bir foton alışverişi, canlıların içte ve dışta, bu anlamda etkileşimlerini ortaya koyar.

Canlıların sahip olduğu frekans seviyeleri, megahertz (MHz) olarak ölçülebiliyor. Tabi hepimiz, bu titreşimlerle tesir alışverişi yapabiliyoruz. Yiyecekler, içecekler belli biyofrekanslarla ölçümlenirken, koku ve esanslar, insan bedenindeki frekanslar üzerinde önemli etkilere neden olabiliyor.

Normal bir kişi 62 ile 72 MHz civarında bir frekans aralığında titreşiyor. Beynimiz normalde 72-90 MHz ile titreşirken, sağlığın tehdit altında oluşu 58 MHz’de, Kanser türü tablolar 42 MHz ile ölüme yaklaşma anları ise, 25 MHz ile belirlenebiliyor.

Esans yağlarının 52-320 MHz aralığında değişen frekanslarına örnek vermek gerekirse; Lavanta 118, Nane 78, Melissa 102, Gül 320, Ardıç 98, Alman papatyası 105 MHz.

Bazı deneyler eşliğinde, esansların, kokuların, tütsülerin, içki, yiyecek, kahve gibi maddelerin frekanslarımızı düşürdüğü ya da yükselttiği tespit edilmiş. 69 MHz vücut frekansına sahip olan bir insan, sıcak bir çayı eline alır almaz, beden frekansı değişir, çayı içtiğinde 61 MHz’e iner, uçucu bir esansı koklar ve frekansı 68 MHz'e çıkar.

Negatif düşünce, insanın frekansını 10 birim düşürür, güzel olan düşünceler ise, 10 birim daha yükseğe taşır. Dua ve konsantrasyon çalışmaları oldukça yarar sağlayıp, 15 MHz'lik bir artışa yol açar.

Özellikle gül koklamak, gülsuyu ve gül esansı kullanmak büyük ölçüde frekans arttırarak, fiziksel gücü sağlıyor, nöronların iletimini güçlendiriyor, zira gülün frekansı çok yüksek. Hz. Muhammed'in (S.A.V) saf gül kokusu, kalp nurunu, temizliği, iç alemin nice sırlarını işaret eder.

Yuhanna 12:3-8 kısmında, Meryem’in yarım litre kadar saf hint sümbülünden yapılmış değerli bir yağı Hz.İsa’nın ayaklarına döktüğü yazar. İsa, Yahuda’ya, “Meryem’e ne yapması gerektiğini söyleme. Bırak da, hoş kokulu yağı, benim gömüleceğim gün için saklasın'' der.

Tevrat'ta ise, Özdeyişler.Bölüm 27: 9'da, 1 Davut oğlu İsrail Kralı Süleyman’ın özdeyişlerinde; ''Güzel koku ve buhur canı ferahlatır'' sözü, bir diğer anlamda, bu tür bir kokunun frekansımızı yükseltmekteki aracılığına örnek sayılabilir.

Düşük titreşimli kokuların 70 MHz altında oldukları biliniyor, bunların da ruhsal dengeye yardımcı olabildikleri düşünülmüş.
Tabi bu frekans dizinleri içinde varsayılan somutluk ise, illüzyonun kendisidir, herşey atom altı parçacıkların frekansları ile verilerini yayar.

BEYAZ KOKU.

Her kokunun tıbbi bileşenleri ayrı, kimi masumiyeti ve huzuru getirir, uzaktan bile, gizli etkisini gösterir, insanın temel doğasına etkir. Bilim adamları 86 kokunun bileşiklerini aynı yoğunlukta damıtmıştı, daha sonra, farklı bileşiklerden, değişik karışımlar oluşturulmuş, en çok 43 adet olmak üzere, kokulardaki bileşik sayısı arttırıldığında , karışımlardaki kokuların birbirlerine benzerliğinin yoğunlaştığının saptanması ile ‘beyaz koku' oluşturulmuştu. Bu türde bir beyaz koku, 30 ve daha fazla eşit yoğunluktaki bileşenden oluşuyor.

GÜZEL KOKU VE ŞUUR.

Keyfi etkileyen bir duyu ile güzel koku, sıklıkla zihni açıyor ve iyi çalıştırıyor. Beyindeki olumlu çağrışımları hızlandırıp, hafızayı etkiliyor. Felsefi bir simya ilkesi ile, aromaterapi bağlantısı da kurulabilir. Belli kokuların kombinasyonları, mutlaka duygusal ve ahlaki yönde bile, karakterlere ayrı ayrı faydalı ve tedavi edici fiziksel etkiler taşır. Örneğin tütsü kullanımı, meditasyon sırasında bilinci yükseltmeyi kolaylaştıran bir uygulamadır. Farklı kokular ve uçucu yağların, insan bilinci üzerinde farklı yararlı etkilere sahip olduğunu biliyoruz. Japon bilim adamları, yasemin kokusunun, hızlı ve kalıcı öğrenmeyi sağladığını bulmuşlar.

Kokular, şuurumuza etkirken, bazen de garip davranışlara ve hislere neden olabilirler, parfümler hayal gücünü coşturabilir, çekiciliği arttırabilir.

Mistik manada, kutsal ritüellerde toplantılarda kullanılan koku ve tütsüler değişik şuur durumlarını tetikleyebilir. Diğer yandan, bazı varlıkları cezbedici etkileri bulunan kokular, ikram edilen aromalar da gizemcilikte önem kazanır.

KISACA KOKU, VARLIKLAR VE İKRAM

Koku bir latife halindedir, ulvi alemlerin ve görevli meleklerin, ya da, müekkillerin, ulvi ya da sufli olsalar da, kendilerine özgü koku çemberleri bulunur. Duygu ve düşüncelerin de kendi kokuları bulunur.

Kozmik anlamda melekler veya başka güç alanlarına ilişkin varlıkların kodları, bir kokunun frekansına kayıtlanmış olabilir, böylece bilinçaltı, onun enerjisi ie bağlantı kurmayı kesintiye uğramadan sürdürebilir.

Davetlerde celp anında koku duyulur, ikram edilen koku ile, davet edilen görevlinin koku çemberinin, benzer frekansta olması esas alınır. Bunlar ruhani armağan veya bir tür adsorbe edilecek besin, bir tür yiyecek haline gelebilirler. Her tütsü yakıldığında, her zaman cazibe alanı oluşmaz, ancak amaca uyan işlemler yapılırsa bu mümkün olabilir.

Koku ile cezbedilen değişik enerji alanları bulunur. Örneğin, sürekli ayni parfümü kullanan bir bayanın bayılmaları sıklaşır, çare bulunamaz, parfümü bittiğinde, bir süre için alamayınca bayılmaları kesilir, parfümü kullanıldığında yeniden başlaması ile saptanan olgu; bu koku ile cezbedilen bir enerjidir ve bayanın nörolojik faaliyetini de olumsuz etkilemektedir.

AROMATERAPİK BAZI ÖRNEKLER.

Okaliptüs: Melankolinin, üzüntü ve endişenin dağılması.
Sandal ağacı: Derin düşünce, hayal gücünü yüksekliği.
Günlük: Olumsuz düşüncelerin, nazar enerjisinin uazklaştırılması, sükun.
Gül: Dinginlik, huzur, sevgi.
Limon: Rahatlama, sinir yatışması.
Yasemin: Anlayış, kavrama, mistik algı.
Lavanta: Enerji, şifa, arınma.
Papatya: Arı, içten duygular, sevinç hissi.

BEŞ MANEVİ KOKU.

Hui-neng, Zen Budisttir. 638 doğumludur, 713 yılında ölmüştür. Sade yaşam ve onurunun önemini kavrayıp anlatmıştır. Hui-neng, manevi koku metaforunu kullanarak, bilgelik yolunu göstermeye çalışmıştır.

Beş manevi koku:

1) AHLAK kokusunu süren; kötülük, kıskançlık, açgözlülük, nefret, hırsızlık ve saldırganlık taşımaz.

2) DENGE kokusunu süren; Kendi zihninde herhangi bir kesinti olmadan, nesnelerin iyi ve kötü özellikleri görme yeteneği ve istikrar kazanır.

3) BİLGELİK kokusunu süren; hiçbir zaman kendi zihninde tıkanıklık olmadan, her zaman sağduyu ile maddenin doğasını ve doğayı gözlemler, netlik sahibidir, iyilik ve nezaket özelliği taşır.

4) KURTULUŞ kokusunu süren; zihnini nesnelere sabitlemekten kurtarmıştır.

5) SEZGİ VE AÇIK GÖRÜŞ kokusunu süren; sessizlik içinde kendi özgün zihnini tanımayı, aydınlanmayı, uyumu, bencil kişiliğin arınmasını sağlamıştır, gerçek doğasının bilgisine sahiptir.

Bilgi, uygun çaba ile, deneysel adımlarla, uygulamalarla elde edilebilir. Bilgelik yolu uzundur ve dikkat gerektirir. Sürekli farkındalıkla, beş manevi parfümü koklayarak, bu metaforu kullanan ise, iyi bir yolcudur.

Ferda Ercan Uyulan / Okültizm ve enerji
Devamını Oku »

23 Aralık 2018 Pazar

KOLEKTİF NİYET, DNA VE SKALAR DALGALAR




Fizikçi Bill Tiller’ın laboratuvar ortamında yaptığı deneylerde, odaklanan niyetin, sudaki pH seviyesini yükseltip azaltabildiği, larvaların büyümesini %30 arttırabildiği, bakterilerin öldürülme hızını %30 arttırabildiği ölçülmüştür.

Bunun gibi daha birçok araştırmacının yaptığı farklı deneylerle, aklın ve bilincin madde üzerindeki etkileri bilimsel olarak, kayıtlara geçmekte.

İnsan bilinci, doğal bir skalar dalga (boyuna dalga, longitudinal wave) jeneratörüdür. Skalar dalgalar, genelde bilinen enine dalgalardan farklıdır. Günümüz fizikçileri (Gregg Braden, Dan Winter…) bu dalgaların yapısını ve işlevini araştırıp paylaşmaktalar.

Skalar dalgaların önemli bir özelliği ışık hızından da hızlı hareket etmeleri ve biyolojik gelişimi desteklemeleridir. Bilimin halen bu doğrultuda araştırıp geliştireceği büyük bir okyanus dolusu alan bulunmaktadır.

Nikolai Kozyrev’e göre güneşimiz de skalar enerji üretmektedir. Thomas Hieronymus’un araştırmaları, fotosentez işlevinin ana bileşeninin skalar enerji olduğunu ispat etmiştir. Bu teorisini, bitkileri tamamen ışıktan yalıtılmış karanlık bir odada, sadece skalar enerjiye maruz bırakarak ispat etmiştir. Alman fizikçi Fritz Albert Popp, 1970’lerde, bitkilerin biofoton formunda enerji biriktirdiklerini belgelemiştir. Araştırmalara göre gıda kaynaklı yiyeceklerin ya da desteklerin içeriğinde biofotonlar bulunurken, sentetik vitaminlerde biofoton bulunmamaktadır.

Fraktal alanlar, uygun koşullarda, enerji baskısını enerji ivmelenmesine çevirip, yapıcı dalga etkileşimi aracılığı ile enine dalgaları skalar dalgalara çevirebilmekteler. DNA, bu duruma en güzel örneklerden biridir!

Dan Winter’a göre, DNA’nın dinamik yapısı ve bu yapının altındaki ölçülebilen altın oran, DNA alanını elktriksel olarak merkezcil (centripetal) kuvvete dönüştürmekte ve bu orandan dolayı oluşan mükemmel merkezcil baskı alanı, DNA’nın piezoelektriksel doğasını oluşturmaktadır. Yani, mükemmel baskı/basınç alanı, DNA’nın elektrik alanını ya da potansiyelini arttırmaktadır. DNA, bir radyo istasyonu dönüştürücüsü gibi uzun dalgaları mükemmel baskı alanıyla kısa dalgalara dönüştürmektedir. Bu da DNA’nın doğal bir skalar dalga (scalar, longitudinal, compressional) üreticisi olduğunu göstermektedir.

İnsan niyeti de aynı güce sahiptir. Bu sebepten dolayı odaklandığımız konulara dikkat etmemiz gerekir. Global komplo ağı, tüm medyayı nefret ve korku pompalamak üzerine dizayn etmiştir. Nefret ve korku frekansları insan sağlığı açısından olumsuz olmakla beraber, yukarıda okuduğumuz zihnin madde üzerindeki etkisi misali, bu frekanslar da tecrübe ettiğimiz çevre üzerinde negatif etki yapmaktadır. Bu durumu bilerek medyaya kontrollü ve uyanık bir şekilde yaklaşmamızı öneriyorum.

Enerji her zaman gidebileceği en mükemmel baskı alanını takip eder. Kendi enerjimiz de odaklandığımız konulara gitmektedir. Çünkü odaklandığımız alanlarda baskı alanı oluşturmuş oluruz. Uygun baskı alanları da mükemmel enerji dağılımını tetikledikleri için nereye odaklanırsak o alanı canlandırırız.

Bu durumun bilinci ile düşüncelerimizi ve her an içinde bulunduğumuz hissiyatın kalitesini (pozitif/negatif) gözlemlemenin ve her gün kendimiz için kısa da olsa vakit ayırmanın, meditasyon yapmanın zihin, ruh ve beden sağlığımız için şaşırtıcı derecede yararlı olduğu kanısındayım.

Kaynak : https://biyontoloji.com/2018/03/18/kolektif-niyet-dna-ve-skalar-dalgalar/
Devamını Oku »

25 Temmuz 2018 Çarşamba

ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI








'ŞAMANİZMİN BİLİMSEL ARKA PLANI' adlı yazıdan


Günümüzde ses dalgaları ve bitkiler arasındaki ilişkiyi ele alan çalışmalar 'biyoakustik' adı verilen çalışma alanında yapılan deneyler ile birlikte yürütülmektedir.Bitkilerin birbirleriyle kimyasal madde ve ses dalgaları aracılığıyla iletişim kurabiliyor olmaları bilimsel yöntemlerle kanıtlanabilir mi?
Elbette bunun için öncelikle bu fenomenlerin bilimsel yöntemlerle ele alınabileceğini düşünebilen açık fikirli bilim insanları gereklidir.Bunlardan biri Batı Avustralya Üniversitesi'nden Monica Gagliano'dur.Gagliano, biz insanların doğanın bize sundukları konusunda aşırı korumacı olduğumuzu ve kendimizi kapalı bir kutudaymış gibi sınırlandırdığımızı,aslında doğanın bize kullanabileceğimiz birçok şey sunduğunu belirtmektedir.California Üniversitesi'nden Richard Karban,son 15 yılda elde ettiğimiz bilgilere göre bitkilerin kendi aralarında kurdukları iletişimin eskiye oranla daha fazla kabul edilebilir olduğunu dile getirmektedir.

Yine Karban'a göre uçucu organik bileşikler (VOCs: Volatile Organic Compounds) ilk kez bitki bilimciler Jack Schultz ve Ian Baldwin tarafından 1980'lerin başında teorik olarak öne atılmış ve bugün bu uçucu bileşiklerin bitkilerin kendi aralarındaki iletişimlerde kullanılıyor olduğu kanıtlanmıştır.Gagliano'ya göre bitkilerin kökten-köke meydana getirdikleri alarm sistemleri, ekosistemi yani ağaçların oluşturduğu ormanı birbirine organik olarak bağlamaktadır.Gagliano, bu internet benzeri ağın,mantarlar aracılığıyla gerçekleşmesinin mümkün olduğunu ve ayrıca bitkileri birbirine bağlayan bu ağ yoluyla akustik sinyallerin de gönderilebileceği bilgisini vermektedir.

Radboud Üniversitesi'nden Josef Stuefer'e göre de bitkiler kendi aralarında bir iletişim şebekesi oluşturabilmekte ve hatta bitki virüsleri bu ağı kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmektedir.
British Columbia Üniversitesi'nden Orman Ekologu Suzanne Simard ise yaptığı bilimsel araştırmada ilginç sonuçlara ulaşmıştır.Simard'a göre ormanda yer alan yaşlı ve dev ağaçlar daha genç ve küçük ağaçlara mantarların bizzat oluşturduğu bir ağ aracılığıyla bağlanabilmektedir.Bu dev ağaçların olmadığı ortamlarda ise çok sayıda fide ve ağaç bile bu iletişimi verimli olarak sağlayamamaktadır.

Simard, dev ağaçların tüm bitki ekosistemini bu ağlar aracılığıyla yönetebiliyor olabileceğini de düşünmektedir. Simard'ın son araştırmasına göre ormanda bir bölgede dev bir ağaç (ana ağaç diye tanımlıyor) kesildiğinde,ardından daha genç ağaçların dayanıklık kat sayılarının azaldığını tespit etmiştir .

Dr. Grace Augustine ise ağaçların kökleri arasında nöronlar arasındaki sinapsların yaptığı türden
bir çeşit elektrokimyasal iletişimin olabileceğini belirtmiştir .Şamanlar için en önemli ögelerden biri olan ve kültürümüzün derinliklerine kadar işlemiş olan hayat ağacı veya dünya ağacı motifine bir de bu gözle bakabilir miyiz?

Şamanların ruhsal veya göksel yolculuklarında kullandıkları,üst, orta ve alt dünyaları birbirine bağlayan hayat ağacının kökeni acaba aktarılan bu bilimsel fikirlerde aranabilir mi?

Hayat ağacının kökeni ormanları yöneten dev ve yaşlı ağaçlar mıdır? Yoksa şamanlar hayat ağacına ruhsal olarak tırmanmıyorlar da bu dev ağaçların diğer ağaçlarla gerçekleştirdikleri
elektrokimyasal iletişime mi ortak oluyorlar? Veya şamanlar bu iletişimi bir şekilde algılayabiliyorlar mı? Kamlar bu elektrokimyasal ağa sindirdikleri bazı özel mantar ve bitki türleri aracılığıyla,onların zihinsel etkisiyle bağlanıyor olabilirler mi?

Öyle görünüyor ki,şamanizmin bilimsel arka planında biyoakustik ve biyokimya gibi bilim dalları bulunmaktadır.Gagliano'nun şu sözleri tam da bu noktada önem kazanmaktadır:

“Şamanlar bitkilerin seslerini duyabildiklerini ve bu sesleri öğrenebildiklerini söylerler.Belki de bizim daha önce dikkat etmediğimiz noktalara önem verdiler.Bu gerçekten ilgi çekici.Biz bu bağlantıyı kaybetmiş olabiliriz fakat bilim günümüzde bunu yeniden keşfetmek için çalışıyor.” . Bugün özellikle Orta Asya'daki Türklerin yaptığı 'kömey (khöömei)' denilen gırtlak müziğinin
kökeninde şamanizmin olduğu düşünülebilir mi? Şamanların bu sesleri doğayı dinlemek,onu dillendirmek amaçlı yaptıkları düşünüldüğünde onların doğa-ritim ses bağlantısını çok iyi algılayabilmiş ve içselleştirmiş olduklarını söyleyebiliriz.

Belki de şamanlar kendi çıkardıkları seslerle ve yardımcı psikoaktif bitkilerin sindirimiyle birlikte
zihinlerinde birtakım imgeler yaratabiliyor ve onlardan bazı anlamlar çıkartabiliyorlardı.Şamanizmin bilimsel arka planında biyoakustik, biyokimya bilim dallarının yanında nöroloji ve kuantum fiziği de yer alıyor olabilir mi? Son dönemde disiplinlerarası bilimler olan kuantum biyoloji ve nörokuantolojinin çalışma alanları hakkında çok sayıda makale yayımlanmıştır

(Grandpierre ve ark., 20134; Gardiner ve ark., 20105; Sayın 20116; Persinger ve Dotta, 20117; Limar 20118 ; Tarlacı 20109 ).

Bu bilimsel makaleler kuantum fiziği prensipleri (kuantum dolanıklık,kuantum sıçraması vb.)
ile beyin aktiviteleri arasındaki ilişkileri konu almıştır.Bugüne kadar görmezden gelinen veya üzerinde durulmayan beyin ve zihin kaynaklı fenomenlerin gizemi kuantum fiziği – nöroloji ilişkisi ile çözülmeye çalışılmaktadır.Şamanların da deneyimlerinde zihin kapasitelerini fazlasıyla kullandıklarını düşündüğümüzde eğer varsa  kuantum fiziği – zihin – bilinç ilişkisini iyi anlamak gerekmektedir.O zaman şamanizm bir mistizm olmaktan çıkıp bilimsel bir veri sınıfına konulabilecektir.

Şamanın ruhsal yolculuğunun bilimsel arka planını California Üniversitesi'nden Michael Winkelman şu şekilde açıklıyor:

“Şamanizm insan bilişselliğinin doğasında kökleri bulunan,görünür deneyimlerle temsil edilen görsel sembolizmi üretmek adına beynin farklı seviyeleri boyunca olan bilgiyi birleştirmek için bilincin değiştirilmiş durumunu irtibatlandıran bir olgudur.”

Kaynak: http://www.academia.edu/12482453/%C5%9EAMAN%C4%B0ZM%C4%B0N_B%C4%B0L%C4%B0MSEL_ARKA_PLANI
Devamını Oku »

SUYUN HAFIZASINDAN YENİDEN OLUŞTURULAN DNA DİZİSİ ?






Dr. Luke Montanye tarafından 2011 yılında yapılan bir deney, yaşamın nasıl işlediğine dair anlayışımızı temelden değiştirdi.Montanye, tüm DNA'ları su örnekleri ile doldurulmuş test tüplerinden çıkardı ve bunları 7.83 frekansına maruz bıraktı.

DNA'sı olmayan su, hiçbir yaşam olmasa bile yeni moleküller üretti.Montanye, DNA'mızın, yaşadığımız Dünya'yı çevreleyen ve hepimizin bağlı olduğu görünmez elektromanyetik alan üzerinden iletişim kurduğunu teorileştirdi.

Bu araştırmanın sonuçları akıl patlamasıdır.Dünyanın elektromanyetik frekansının, gezegenimizde sadece yaşamı sürdürmede bir eli olmadığı, aynı zamanda onu yaratmaya da katıldığı görülmektedir.


Devamını Oku »

21 Nisan 2018 Cumartesi

EMPATİ İLE DOKUNMANIN İYİLEŞTİRİCİ GÜCÜ





Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisinde geçtiğimiz ay yayınlanan bir araştırmaya göre sevdiğiniz kişinin ağrısı olduğunda onun elini tutmanız sadece nefes alıp verişlerinizi ve kalp hızlarınızı eşitlemekle kalmıyor, aynı zamanda beyin dalgalarınızı da birleştiriyor.

Colorado Boulder Üniversitesi ve Haifa Üniversitesi’nden bir grup araştırmacının yürüttüğü çalışmada, ağrısı olan eş ile ne kadar çok empati kurulursa, beyin dalgaları o kadar güçlü eşitleniyor. Dahası, beyin dalgaları ne kadar fazla eşitlenirse, ağrı o kadar çok hafifliyor.

Colorado Boulder Üniversitesi’ndeki Bilişsel ve Duygusal Nörobilim Laboratuvarında doktora sonrası araştırmacısı ve söz konusu makalenin baş yazarı olan Pavel Goldstein yönettiği çalışmayla ilgili olarak, “Modern dünyada iletişim kurmanın birçok yolunu geliştirdik ve bu yüzden daha az fiziksel etkileşim kuruyoruz. Bu çalışma insan dokunuşunun gücünü ve önemini göstermektedir” açıklamasını yaptı.

Çalışma, bireylerin fizyolojik olarak birlikte oldukları kişileri yansıttıklarını savunan ve “kişilerarası senkronizasyon” olarak bilinen bir fenomeni inceleyen ve giderek gelişen bir araştırma.

Acı bağlamında beyin dalga senkronizasyonunu ilk kez inceleyen bir çalışma olmanın yanı sıra, iki beyin arası bağın dokunma ile aktifleşen ağrı yitimi ya da “şifalı dokunuşların” oynayabileceği rol hakkında yeni bilgiler sunmakta.

Goldstein, kızının doğumu sırasında eşinin elini tuttuğu sırada eşinin ağrılarının hafiflediğini keşfettikten sonra bu deneyi yapmaya karar verdi.

“Laboratuvarda bu konuyu test etmek istedim: Dokunma ile ağrı gerçekten azaltılabilir mi? Peki nasıl?”

Goldstein ile Haifa Üniversitesi’ndeki meslektaşları, en az bir yıldır birliktelikleri olan 23 ile 32 yaş arası 22 heteroseksüel çift üzerinde deneyler yaptı. Çiftlere ikişer dakikalık senaryolar verildi ve kendilerinden verilen bu küçük rolleri oynamaları istendi. Denekler verilen senaryolardaki görevlerini yerine getirirken, ekip de EEG ile bireylerin beyin dalgalarını kaydetti. Söz konusu senaryolar içerisinde birbirine dokunmadan birlikte oturmak, el ele tutuşarak birlikte oturmak ve ayrı odalarda oturmak vardı. Ardından, aynı senaryoları, bu sefer de kadın deneklerin kollarında hafif bir ısı ağrısına maruz kaldıkları şekilde tekrar ettiler.



Birbirlerine temas etsinler ya da etmesinler, çiftlerin sadece birbirlerinin varlığını bilmelerinin bile, odaklanmış dikkat ile ilgili bir dalga boyutu olan alfa mu bandında bazı beyin dalgası eş zamanlılığı ile ilişkili olduğu tespit edildi. Bu senkronizasyon acı çekerken el ele tutuştuklarında ise en üst noktaya ulaştı.

Araştırmacılar, eşlerden biri acı çekerken diğerinin ona dokunamadığı sırada beyin dalgalarının senkronizasyonunun azaldığını gördüler. Bu bulgu, daha önce yayınlanmış bir makalede erkek partnerin, kadın partnerin elini tutamadığı sırada, çiftin kalp atışlarının ve solunum senkronizasyonlarının kaybolduğunu gösteren deneyle örtüşüyordu.

Goldstein, ağrının çiftler arasındaki bu senkronizasyonu bozduğunu, fakat temas gerçekleştiği anda dokunmanın bu uyumu geri getirdiğini ifade etti.

Empati seviyesini ölçmek adına yapılan sonraki testlerde ise erkek partnerin empati seviyesi yükseldikçe, senkronize beyin aktivitesinin de arttığı gözlemlendi. Yani beyinler ne kadar fazla senkronize olursa, ağrı o kadar azalıyordu.

Peki empati kurabilen bir partner ile beyin aktivitelerinin birleşmesi ağrıyı nasıl kesiyor?
Goldstein, bu sorunun cevabını bulabilmek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğinin altını çizdi. Fakat hem kendisinin hem de diğer yazarların bir kaç tahmini cevabı vardı. Önceden yapılmış çalışmalara göre bir kişinin karşısındakini anladığını hissettirerek, yani empatiyle dokunması, beyindeki ağrı kesici mekanizmaları devreye sokabilir.

Araştırmacılar, kişilerin birbirleriyle temas etmesinin “ben ve diğer kavramı” arasındaki sınırları yumuşattığını söylüyor.

Çalışmayı yürüten Pavel Goldstein şunları söyledi: “El ele tutuşmanın gücünü küçümsememeliyiz. Eşinizin acısını anlayabilirsiniz ancak dokunmadan iletişim kuramazsınız.”

Kaynak : https://www.sciencedaily.com/releases/2018/03/180301094822.htm
Devamını Oku »

HANGİ DUYGULAR HANGİ ORGANLARI ETKİLİYOR ?





Doğu’da, organ-duygu ilişkisinin farkındalığı uzun zamandır tıp ilminin bir parçası olarak öğretilmektedir. Batı dünyası ise, duygular ve organlar arasındaki bağlantıyı yeni yeni keşfetmeye başladı. Örneğin doktorlar kalp krizine eğilimli insanların duygusal profilini çıkarmaya başladı. Hayvanların korktuklarında altlarına işedikleri bilinir. Tıp kurumu, hayatlarını sürekli korku içinde geçen ve bedenlerinde çok miktarda bilinçdışı endişe depolamış insanların artrit gibi böbrek temeli hastalıklara eğilimli olduklarını henüz dile getirmedi!

İşte duygu-organ ilişkilerinden bazıları:

Böbrekler ve idrar torbası: Korkudan etkilenir.
Karaciğer ve safra kesesi: Kızgınlık ve duygusal hüsrandan etkilenir. Özellikle karaciğer her türlü derin duygusal acılardan, safra kesesi ise nefret duygusundan etkilenir. İkisi de hem gözleri kontrol eder, hem gözlerden etkilenir.

Akciğerler ve kalın bağırsaklar: Üzüntüden etkilenir. (Kanserin bastırılmış üzüntü ve kendine acımakla ilgisi vardır; akciğerlerde ve kalın bağırsaklarda olmasa bile).

Dalak ve mide: Endişe, kendini hep haklı çıkarmaya çalışmak, depresyon ve nefretten etkilenir.

Kalp ve ince bağırsaklar: Güvensizlik ve duyguların saklanmasından (gizlenmesinden) etkilenir. Derin duygusal acılar bastırıldığında, bu bölgelerde kendini gösterir. Sürekli bir şeyler yapan, bir şeylerle meşgul olup zamanlarını aktivitelerle boğan kişiler, işkolikler de bu bölgelerde sorun yaşar çünkü gevşeyememe bir şeylerin bastırıldığının göstergesidir (Bir çeşit imaja sığınma).

Organlarla duygular arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu anlamak önemlidir. Bir duygu bir organı etkilemeye başladığında, o organdaki gerginlik kişiyi o duyguya karşı daha zayıf yapar. Bunun tersi de geçerlidir, organlar rahatladıkça ve iyileştikçe bu duyguların etkisi de azalır.  İyileşme, duygusal farkındalıkla ve olumsuz duyguları rahatlatmakla ya da organı iyileştirmekle olur.

Yukarıdaki tablo her durum için geçerli değildir. Ciğerlerinizi klorin dumanı ile doldurursanız üzüntülü olsanız da olmasanız da ciğerleriniz zarar görecektir!

Son dönemlerde çok daha fazla insan, sağlık için, zihnimizi beslediğimiz düşüncelerin yiyeceklerden çok da büyük rol oynadığını farkındalığını yaşamaktadır. Peki ya siz?



Reiki, Ellerinizin iyileştirici Gücü, içsel enerjinizi kendinizin ve başkalarının iyileşmesine yardımcı olabilmek için nasıl kullanabileceğinizi öğreten yaratıcı bir çalışma el kitabıdır. İyileştirici enerjiyi aktarabilmeyi öğrenmek hem çok kolaydır hem de stresten başlayarak kansere kadar her türlü hastalıktan özgürleşmeyi sağlayan doğal bir yoldur.
Hastalıkları yaratan insanın kendisidir. Sağlığı yaratan da insanın kendisidir. Bedenimizdeki enerji tıkanıkları açıldığında, yaşam enerjisi (biyoenerji) vücudumuzda dengeli olarak dolaşmaya başlar ve bedenin doğal eczanesini harekete geçirir.
Reiki, Ellerinizin İyileştirici Gücü, bu alanda yazılmış en anlaşılır,en pratik ve en öğretici el kitabı olma özelliği taşıyor. Okuması kadar, uygulamasının da ne kadar kolay ve etkin olduğunun denediğinizde siz de göreceksiniz.

Kaynak: Reiki – Ellerinizin İyileştirici Gücü Ric A. Weinman

Devamını Oku »

3 Şubat 2018 Cumartesi

“AY”, OLDUĞUNU SANDIĞINIZ ŞEY DEĞİL.





Ay, bulunduğu konum itibariyle öyle bir yerleştirilmiş ki, tutulma olduğu zaman güneş kadar büyük oluyor. Bu yüzden tutulma yer alıyor. “Ay’ı Kim İnşa Etti” kitabın yazarları şöyle anlatıyorlar:

“Ay, olması gerekenden daha büyük, olması gerekenden daha eski ve kütlesel olarak olması gerekenden daha hafif, yörüngede olmaması lazım ve en ilginç yanı, Ay’ın varlığı ile ilgili bütün mevcut açıklamalar tartışmaya açık ve çoğu da sığ bilgiler.

Ay’ın nereden geldiğini sorduğunuz zaman şöyle bir hikaye anlatılıyor; Bilim dediğimiz şeyde hep olduğu gibi insanların hep gerçek olarak benimsedikleri şey aslında teori olup sürekli olarak tekrarlanarak gerçeğe dönüştürülüyor, ama sonra geri dönüp bir bakıyorsunuz ki hala sadece teori olmaktan öteye geçememiş! Birinci teoriye göre Ay, “çarpma” teorisine göre oluşmuş, ya da “büyük çarpma” teorisine göre... Yani Mars tipi bir gezegen gelmiş, dünyaya çarpmış, büyük bir parça kopmuş ve “Ay” meydana gelmiş.

O hikayenin fiziği çalışmayınca , bu sefer “çift çarpma teorisi” ile ortaya çıkmışlar. Yine Mars tipi bir gezegen gelmiş, “acaba sağ mı vursam sol mu vursam” diye düşünmüş olmalı, derken dünyaya bir daha çarpmış. Yani artık bu kadar da zavallı olunmaz!

Gerçek şu ki; ve dürüst bir bilim adamı size, Ay’ın nereden geldiğine dair hiçbir bilginin olmadığını söylerdi. Fiziksel olarak Ay orada olmamalı... Rusya’dan İshak Asimov, bir biyokimyacı, bu konuda çok araştırmış, yazmış çizmiş biri, haklı olarak şöyle söylüyor; “Doğrusu, Ay’ın orada olmaması gerektiğini destekleyen bir sonuca varmamak elde değil. Olduğunu destekleyen gerçek kabul edilmeyecek kadar iyi. Dünya gibi küçük gezegenlerin zayıf yerçekimi alanı vardır ve genel olarak uydulara çarpabilirler. Ama bir gezegenin uydusu varsa o uydunun gezegenin kendisinden çok daha küçük olması gerekir!”

O halde, dünyanın bir uydusu olsa bu küçük bir dünya olup, belki en iyi ihtimalle çapı 30 mil olurdu, ama bu böyle değil. Dünyanın uydusu olduğu gibi, bir de üstelik çapı 2169 mil veya 3490,6  km.! O zaman nasıl oluyor da küçük dünyanın bir uydusu olabiliyor? Son derece şaşırtıcı! Bazı bilim adamları”gezegen-uydu” ilişkisinden değil, “gezegen-gezegen” ilişkisinden bahsediyorlar. Bu durumda bizim Ay Pluto’dan büyük!...

Bir bilim adamı, “Ay hakkındaki en iyi açıklama bir gözlem hatası olmalı. Ay diye bir uydu yok!” diyor. NASA’dan bir bilim adamı ise şöyle demiş; “Ay’ın varlığından ziyade, var olmadığının açıklanması daha kolay.” Sonra bir de içi oyuk Ay meselesi var. Ben de bunu söylüyorum, başkaları da. Ay, içi oyuk bir küçük gezegen!

1969 yılı Kasım ayında, Ay’a, gücü 1 ton TNT’ye eşit bir lunar modül çarptırdıkları zaman oluşan şok dalgaları, NASA’dan bir bilim adamının ifadesine göre Ay’ın bir gong gibi titreşmesine sebep olmuş. Büyük deneyin Direktör Yardımcısı Maura Suing ise yapılan basın toplantısında bunun anlamını şöyle açıklamış. “Şimdi bunun sebebinin açıklamasını yapmak doğru olmaz, ama deney, sanki birinin bir kilise çanına tek bir atış yapması gibi birşey oldu ve bu çarpmadan kaynaklanan titreşimler yaklaşık yarım saat sürdü”.

Daha sonra Ay’ın daha büyük bir darbe yediğini anlatacağım. MIT (Massachusetts Institute of Technology/Massachusetts Teknoloji Enstitüsü)’den Frank Press, nispeten daha az güçlü bir darbe için 30 dakika süren etki bizim deneyimimizin ötesinde geçti. Gordon MacDonald adındaki bir uzman ise 60’lı yıllarda, Ay’ın homojen bir küre olmadığını, içinin oyuk olduğunu belirtmiş. Bu adam da MIT’den bir uzman olup “Ay Yörünge Deneyi”nin, Ay’ın yerçekimi alanı hakkındaki bilgileri fazlasıyla geliştireceğini söylemiş. Ve de ürkütücü bir olasılık olmakla birlikte Ay’ın içinin de oyuk olabileceğini belirtmiş.

Şimdi de şu “Çift Vuruş”a gelelim. Ay’a 11 Ton TNT’ye eşit güçteki bir uzay aracı çarptırılıyor ve NASA bilim adamı, Ay’ın bir gong gibi çaldığını ve 3 saat 20 dakika süreyle titreştiğini ve bunun 25 millik bir derinliği etkilediğini söylüyor.

Apollo görevleri sırasında “Fotoğraf Kontrol Departmanı” nda çalışan Ken Johnson adlı danışman, “Ay’ı Kimler İnşa Etti” adlı kitabın yazarlarına, Ay’ın sadece bir çan gibi çalmakla kalmayıp, sanki içinde dev bir hidrolik tampon varmış gibi son derece düzgün bir şekilde sallandığını söylemiş.

Sovyet Bilimler Akademisi’nden bu iki bilim adamı, 1970’de Sputnik Dergisi’ne “Ay’ı uzaylı bir zeka yaratmış olabilir mi?” başlıklı bir makale yazmışlar. Bu kadar yıldan sonra herşey onların haklı olduğunu gösteriyor!

Bir başka önemli nokta ise, Ay’ın dış yüzeyinin son derece sert oluşu ve titanyum gibi minerallere sahip olması. Ay taşlarında, pirinç ve mika dahil, işlenmiş metallerin bulunduğu dikkat çekti. Uranyum 236 ve Neptunyum 237’nin de, Ay’ın doğal elementlerinden olmadığı kesin. Uranyum 236; kullanılmış nükleer yakıt, uzun ömürlü bir radyoaktif nükleer atık ve tekrar işlenmiş... Neptunyum 237 ise yine radyoaktif bir metalik element ve nükleer reaktörlerin yan ürünü olup plutonyum ürünü...

Ay’daki bazı küçük taşların, dünyada titanyum açısından zenginliği olan taşlardan 10 kat daha fazla titanyum içerdikleri görülmüş. Titanyum süpersonik jetlerde, denizin çok derinliklerine inen denizaltılarda ve uzay araçlarında kullanılıyor. Kimya dalında Nobel Ödülü kazanmış olan Dr. Harold Arrey, Ay’dan getirilen taşların, özellikle titanyum içermelerine çok şaşırdığını ve buna bir açıklama getiremediğini ifade ediyor.

İki Rus bilim adamı yazdıkları makalede şöyle diyorlar: “Eğer dev bir yapay uyduyu aşırı ısı etkisinden, kozmik radyasyondan ve meteor bombardımanından korumak üzere materyal yerleştirilmişse, uzmanlar belki de tam bu refraktör metallerle karşılaşırlardı”. Refraktör metaller ısıya inanılmaz derecede dirençlidirler ve nerelerde? Bu durumda, ay taşlarının neden çok az ısı geçiren cinsten oldukları belli değildi, bu gerçek astronotları da şaşırmıştı. Bu, dünyadaki solar uydu tasarımcılarının da peşinde oldukları birşey değil miydi?

Mühendislere göre, “Ay” dediğimiz, çok uzun süreli bir geçmişi olan bu uzay gemisi muhteşem bir şekilde inşa edilmiş. Onun, içi oyuk bir küçük gezegen olduğunu söylüyor ve “eğer uzaya yapay bir uydu gönderecekseniz içinin oyuk olmasında yarar var” diye ilave ediyorlar. Ayrıca, böylesine müthiş bir uzay projesini yapabilen birilerinin, dünyaya bu kadar yakın mesafede bir çeşit boş gövde tutarak tatmin olacaklarını düşünmek de pek saflık olur. Şimdi burada, içi motorlar için yakıt, tamir için gereçler, navigasyon aletleri, gözlem ekipmanı ve her çeşit makina ile dolu olan çok eski bir uzay gemisi ile karşı karşıyayız.

Başka bir deyişle, evrenin bu gemisini bir çeşit Nuh’un Gemisi gibi, istihbarat amaçlı olarak kullanmak için gereken herşey var. Belki de ömrü binlerce yıl sürecek şekilde düşünülmüş, bütün bir medeniyete yurt bile olmuş, on milyonlarca mildir uzayda gezmiş de olabilir.

Doğal olarak bu uzay gemisinin içinin oyuk oluşu, meteor çarpmalarına ve aşırı sıcak ve soğuğa karşı çok dayanıklı olmasını sağlıyordu. Muhtemelen dış kabuk çift katmanlı, zırhı 20 mil kalınlıkta, onun dışı ise yaklaşık 3 mil civarında daha ince bir katman ile kaplı. Belirli bölgelerde ay denizleri ve kraterler var, üst katman oldukça ince, hatta bazı yerlerde hiç yok.

(Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyen okuyucular, David Icke’ın “İnsanoğlu Ayağa Kalk” adlı kitabına baş vurabilirler).

Kaynak : https://davidicke-turkce.blogspot.com.tr/2017/07/70-ay-sandiginiz-sey-degil.html#.WlykcK5l_

İlgili Diğer Makaleler

1 - http://tolgayazicier.blogspot.com.tr/2016/03/ay-da-bir-gariplik-var-dersek.html

2 - http://tolgayazicier.blogspot.com.tr/2016/03/ayda-neler-oluyor.html

3 - https://tolgayazicier.blogspot.com.tr/2016/03/ay-yuzeyinde-cam-yapi.html
Devamını Oku »

1 Şubat 2018 Perşembe

MÜTHİŞ İDDİA : MARS'TAKİ YAŞAM NÜKLEER BOMBALARLA SON BULDU !



Ünlü fizikçi Dr. John Brandenburg, Mars’taki antik medeniyetlerin, daha ileri bir teknolojiye sahip uzaylılarca yok edildiğini iddia etti.

ABD’li Dr. John Brandenburg, Mars’ta iki büyük nükleer patlama gerçekleştiğini ve NASA tarafından yayınlanan fotoğraflardaki arkeolojik kalıntıların antik Marslılara ait olduğunu iddia etti.

Bay Brandenburg, nükleer savaşın yaklaşık yarım milyar yıl önce gerçekleştiğine ve patlamanın izlerinin iki önemli yerde yoğunlaştığına inanıyor.

Plazma fizikçisi “bir haritayı okuyabilen herkes, nükleer patlama alanlarını görebilir” ifadelerini kullanıyor. En şiddetli şok dalgaları ise Cydonia Mesa ve Galaxias Chaos’da oluşmuş.

Branderburg’un teorisine göre, Bronz Çağındaki insanları andıran antik bir medeniyet Mars’ta gelişti. Ancak başka bir gezegenden gelen daha ileri uzaylılar tarafından nükleer bomba benzeri silahlarla yok edildi.

Branderburg teorisini NASA’nın Mars’tan topladığı verilere dayandırıyor. Fizikçiye göre; gezegenin kuzey bölgesinde iki büyük nükleer “hava patlaması”nı işaret eden izotoplar görülüyor.

Fizikçi aynı zamanda, Mars’ta uranyum, toryum ve radyoaktif potasyum da dahil olmak üzere ince bir radyoaktif madde tabakası olduğunu belirtti.

Kaynak 1: http://www.bizsiziz.com/muthis-iddia-marstaki-yasam-nukleer-bombalarla-son-buldu/
Kaynak 2: https://www.express.co.uk/news/weird/745738/Life-on-Mars-wiped-out-nuclear-war-Dr-John-Brandenburg
Devamını Oku »

14 Ocak 2018 Pazar

BİLİM İNSANLARI BAZI RÜYALARIMIZIN PARALEL EVRENLERE KISA BAKIŞLAR OLDUĞUNU SÖYLÜYOR



Bu dünyada, farklı kararlar veren ve rüyalarınızda bir şekilde daha sonra kendilerini tezahür ettiren yerleri gören kendinizin bir kopyası olabilir.

Binlerce yıldır insanlar rüyaların anlamını merak etti. Neden bazı insanlar gelecekteki olaylar hakkında rüyalar görüyorlar? Neden bazı rüyalar gizli anlamlar ile dolu?

Rüyalarımızın bazıları alternatif bir gerçeklikte, paralel bir Evrende gerçekleşen olaylara kısa bakışlar olabilir mi?

Atalarımız, modern bilim insanlarının bugün meraklı oldukları gibi, rüyalar hakkında meraklı idiler. Kadim Yunan ve Romalılar rüyaların tanrılardan gelen mesajlar verdiğine inanıyorlardı. Kadim Çin’de insanlar rüyaları ölülerin dünyasını ziyaret etmenin bir yolu olarak görüyorlardı. Kadim Mısırlılar rüyaları yorumlayabilenlerin özel güçlere sahip olduklarına ikna olmuşlardı.

Bir çok Yerli Amerikalı kabile ve Meksikalı uygarlıklar rüyaların uyuduğumuz zaman ziyaret ettiğimiz farklı bir dünya olduğuna inanıyorlardı.

“Rüya” sözcüğü “neşe” ve “müzik” anlamına gelen eski bir İngilizce sözcükten gelir.

Bugün rüyaların çoğu zaman, biz uyurken zihnimizden geçen düşüncelerin, hislerin ve olayların ifadeleri olduğunu biliyoruz.

Rüyalar renkli olabilir ve her türlü duyuyu kapsayabilir – kokular, sesler, görüntüler, tatlar ve dokunduğumuz şeyler. Rüya görmenin bilimi hakkında fazla şey biliyoruz, çünkü araştırmacılar insanlar uyurken onların beyinlerinin resimlerini çekebiliyorlar.

Yıllar boyunca bilim insanları rüyalar hakkında çok şey öğrendi, ama hala bilinmez olarak kalan bir çok şey var.

Konu üzerine daha çok duracağız ve en gizemli ve özel rüyalarımızın bazılarının, kendi realitemizin yanında var olan görünmez paralel dünyalardan gelen kısa görüntüler olabileceği fikrini öne süreceğiz.

Neredeyse yüz yıldır bilime karanlık sır musallat olmaktadır; insan duyularımızın ötesinde gizemli saklı dünyalar olabileceği sırrı.

Mistikler uzun zamandır bu tür yerler olduğunu iddia ediyorlar. Hayalet ve ruhlar ile dolu bir yer olduğunu söylediler. Bilimin istediği  şey, bu tür batıl inanç ile ilişkilendirilmektir, ama 1920 lerden bu yana fizikçiler rahatsız edici bir keşfi anlamlı kılmaya çalışmaktalar. Elektronlar gibi atomik parçacıkların tam yerini belirlemeye çalıştıkları zaman, bunun tamamen imkansız olduğunu gördüler. Tek bir yer yoktu ve bilim insanlarının paralel dünyaların olası varoluşu ile daha da çok ilgilenmelerinin nedenlerinden biri budur.

Herhangi birinin öne sürebileceği tek açıklama, parçacıkların bizim Evrenimizde var olmadığıdır. Parçacıklar başka evrenlere de hızla geçerler ve sonsuz sayıda paralel evrenler vardır, hepsi hafifçe birbirinden farklı.

Aslında, Napolyon’un Waterloo Savaşını kazandığı bir paralel evren var. Başka bir paralel evrende Britanya İmparatorluğu Amerikan kolonisini devam ettiriyor.

Bir paralel evrende hiç doğmadınız.

Çoklu evren bir teoridir, bu teoride evrenimiz sadece tek evren değildir, birbirine paralel olan bir çok evren vardır. Çoklu evren teorisindeki bu farklı evrenlere paralel evrenler adı veriliyor.

Elbette, çoklu evren teorisi sadece bir teoridir. Paralel evrenlerin varlığı kanıtlanması ve konu fizikçiler arasında geniş ölçüde tartışmalıdır.

“Evrenin bu tanımlamasıyla” çoklu evren kavramının ebediyen metafizik bölgesinde olduğu beklenebilir.

Yine de fizik ve metafizik arasındaki sınır, deneysel olarak test edilebilen bir teori ile tanımlanır. Fiziğin öncüleri giderek görünmez elektromanyetik alanlar, yüksek hızlarda zamanın yavaşlaması, kuantum süper pozisyonlar, bükülmüş uzat ve kara delikler gibi daha soyut kavramları bütünleştirmek için genişliyor. Massachusetts Teknoloji enstitüsünde Profesör Max Tegmark “son yıllarda çoklu evren kavramı bu listeye eklendi” dedi.

“Kozmolojinin temel problemi, bildiğimiz şekliyle fizik yasalarının Big Bang'in anında çökmesidir. Bazı insanlar bunda neyin yanlış olduğunu, çöken fiziğin yasalarına sahip olmakta neyin yanlış olduğunu söylüyorlar. Bir fizikçi için bu bir felakettir. Dr. Michio Kaku, “Evrenin bilinebilir yasalara, matematik dilinde yazılan yasalara uyduğu önermesine yaşamlarımız boyunca adandık ve burada Evrenin kendisinin en önemli öğesine sahibiz, fiziksel yasanın ötesindeki kayıp parça” diyor.

Paralel bir dünyada kendinizin bir kopyası olabilir. Bu kişinin hayatı her bakımdan sizinkine özdeştir. Yine de, sizin ve kopyanızdan farklı yapıyor olabileceğiniz belirli şeyler vardır. Belki siz bu makaleyi okurken, o bu makaleyi bitirmeden bir kenara koymaya karar veriyor. Sizin zaman çizgileriniz benzer, ama özdeş değil, çünkü alternatif dünyalarda birlikte – var oluyorsunuz.

İnsanlar çoğu zaman hiç gitmedikleri veya hiç işitmedikleri bir yer hakkında tekrarlayan bir rüya görürler. Belki de bu tür rüyalar, paralel bir Evrende deneyimlenen kısa görüntülerdir.

Bazen insanlar henüz gerçekleşmemiş olan, ama gelecekte gerçekleşecek olan olaylar hakkında rüya görürler. Bu tür rüyalar, farklı bir hayat yaşamakta olduğunuz alternatif bir dünyadan gelmekte olan imgeler olabilir.

Kim bilir, belki en özel rüyalarımızın bazıları paralel bir evrene açılan bir penceredir. Elbette bu spekülasyondur, ama spekülasyon ve bilimsel merak olmadan Evrenin ve gerçekliğimizin sırları hakkında daha fazla şeyi asla öğrenemeyebiliriz.

Profesör Tegmark’ın bir zamanlar söylediği gibi ifade edebiliriz. “Gerçekliğin doğası hakkında derin bir soru sorduğumuz zaman, garip görünen bir yanıt beklemez miyiz? Evrim uzak atalarımız için hayatta kalma değeri olan her günkü fiziği bize sezgiyle sağladı, günlük dünyanın ötesine geçmeye her cesaret edişimizde, onun garip görünmesini beklemeliyiz.”

(Çeviri: Saffet Güler)

Kaynak : http://www.corespirit.com/scientists-say-dreams-glimpses-parallel-universes/
Devamını Oku »

KUANTUM FİZİKÇİLER İNSAN BİLİNCİNİN DOĞUMDAN ÖNCE VAR OLDUĞU SONUCUNU ÇIKARIYORLAR





Bilim insanları, sürekli ortaya çıkmakta olan neden bilince sahip olduğumuz ve bilince nasıl sahip olduğumuz sorularıyla hala şaşkında dönüyorlar.

Bir teori bilincin, evrende sürekli olarak içerilen enerji vasıtası ile kuantum, atom – altı ölçekte yaratıldığıdır.

Teori Einstein’ın ünlü alıntısına dayanıyor, “Enerji yaratılamaz ya da yok edilemez, sadece bir formdan diğerine değiştirilebilir.”

Dr. David Hamilton tüm bilincin kuantum parçacıklar vasıtasıyla evrende var olduğunu ve her zaman var olmuş olduğunu ve doğduğunuz zaman fiziksel varlığa aktarıldığını söyledi.

Dr. Hamilton, “Her birimizin dünyada doğmadan önce var olduğumuza inanıyorum” dedi. “Her birimiz şu anda fiziksel boyuta odaklanmış saf bilinciz.”

“Bilim tipik olarak yaşamın tesadüf, gelişigüzel olduğunu, en sonunda atomaltı parçacıklardan tesadüfen doğumundan kaynaklandığını söyler, ama buna katılmıyorum.” “Ölümden sonra hayat devam ediyor olabilir.”

“Ana akım bilim bilincin beyin kimyasının yan etkisi olması gerektiğini söylüyor.” “Ama beynin sadece bilinci etkilediğine inanıyorum, bir TV’deki elektrik donanımının sinyal işlemeyi etkilediği ve bu nedenle elde ettiğiniz resmin kalitesini etkilediği aynı şekilde.

“TV programı yaratmaz, ne de beyin bilinci yaratmaz.”

Bilinç paralel bir evrende var olmaya devam eder.

“Bilinç doğanın temeli olan bir şeydir – gerçekliğin en temel dokusuna dikilmiştir. Bilinç uzay ve zamanı aşar.”

“Eğer saf bilinç olarak var olduğunuz kabulü ile başlarsanız, o zaman doğmadan önce var olmanız gerekir.” “Gerçekte, her yerdesiniz!”

Dr Robert Lanza benzer bir teoriyi paylaşıyor. O, zihinlerimizin bedenlerimizde içerilen ve fiziksel varlıklarımız onun “biyosentrizm” dediği bir işlemde var olmaya son verdiğinde salıverilen enerji vasıtası ile var olduğuna inanıyor.

Bunun gibi, fiziksel bedenlerimiz öldüğü zaman, bilincimizin enerjisi kuantum seviyede devam ediyor olabilir.

Dr. Lanza “sonsuz sayıda evrenler var ve muhtemelen gerçekleşebilecek her şey bazı evrenlerde gerçekleşiyor.” diyor.

Sonuç olarak, bilincin paralel bir evrende var olmaya devam ettiğini teorileştiriyor.

Dr. Lanza belirsizlik prensibine işaret ediyor – 1927’de bir nesnenin hızının ve konumunun aynı anda ölçülemeyeceğini söyleyen Alman fizikçi Werner Heisenberg’in teorisi.

Dr. Lanza, “Kuantum mekaniklerinin en ünlü ve önemli yönlerinden biri olan belirsizlik prensibini düşünün. Deneyler bunun gerçekliğin dokusuna inşa edildiğini onaylıyor, ama bu yalnızca biyosentrik perspektiften anlam ifade ediyor.”

(Çeviri: Saffet Güler)

Kaynak : http://www.riseearth.com/2017/11/human-consciousness-exists-before-birth.html#.Whcc-HMetvk.facebook

Devamını Oku »

4 Ağustos 2017 Cuma

PSİŞİK SİLAHLAR VE PSİŞİK SİLAHLANMA





Ölüm ışınlarını ve nükleer bombaları unutun. Psişik güçler, geleceğin silah olacaktır. İnsandaki beş duyu ötesindeki güçlerin veya algıların genel adı olan Psişik olma hali ya da doğuştan olan Psişik insanlar uzun zamandan beri ABD’ de, eski SSCB´de ve şimdi Rusya´da özel güçlerini askeri alanda kullanıyorlar mı? Bu geniş araştırmada, yaşananlardan söz ediliyor.
Dükkanın önündeki yazı şöyleydi: “Madam Zodiac, psişik güçler-geleceğin falı ve burçların okunması” Madam Zodiac’ın Washington’daki dükkanı saat 11:00’de açılıyor ve düzenli müşteriler, öğle tatillerinde geliyorlar. Vizite 10 dolar. 1979-1980 arasında her ayın üçüncü Salı’sında Madam’ın dükkanı özel bir müşteri için saat 09:00’dan biraz sonra özel olarak erken açılırdı.
Müşteri bir donanma komutanıydı, genelde sivil giyinirdi ve bir çanta taşırdı. Madam, kristal küresini, tarot kartlarını ve fotoğrafları bir kenara ittikten sonra ona çay yapardı. Komutan sigaradan kurtulamıyordu, Haziran’dan sonra günde yarım pakete düşürmüştü ama tamamen bırakamıyordu. Ama Madam Zodiac, onun yıl sonuna kadar sigaradan vazgeçeceğini söyledi. (Bu kehanet kanıtlandı. Komutan şimdi her gün 6 mil koşuyor ve Deniz Piyadeleri maratonuna katılmayı hedefliyor.)
Fakat Komutan, her ziyaretinde içinde 400 dolar olan zarfı, sigaradan kurtulmak için Madam´a vermiyordu. Para, Deniz Kuvvetleri´den geliyordu. Masaya konan resimler ve fotoğraflar, Sovyet denizaltılarının Doğu Amerika sularına yakın bölgedeki rotalarını gösteriyorlardı. Madam Zodiac’ın işi; psişik güçlerini kullanarak Deniz Kuvvetleri’ne ait gemi ve uçakların yapamadığını yaparak Sovyet misil ve denizaltılarının rotalarını bilmekti.



Kısacası Madam Zodiac, Pentagon’un “Medyum Teknolojik-Risk Projesi” olarak işlemlendirdiği kişiydi. Aralık, 1980’de Ordu Teftiş Gazetesi, “Yeni Ruhsal Savaş Meydanı: Beam Me Up Spock” başlığıyla bir makale yayınlandı. Makalenin yazarı, üsteğmen John B. Alexander idi. “Avrupa’ya 2. yayılma dönemi” ve “Savaşa hazırlanmak: Lojistik destek programı” gibi makaleleri de yazan Alexander’ın bu yazısı bazı şöyle başlıyordu:

* Beyin gücünü etkileyen bazı silah sistemleri vardır ve öldürme kapasiteleri çok önceden incelenmiştir.
* Çok uzak mesafelerden bile hasta etme ve öldürme gibi yetiler vardır. Hiçbir fiziksel neden olmadan ölüme veya hastalığa yol açabilirler. Bu tip silah sistemleri, böcek ve kurbağalarda denenmiştir fakat insanlara olan ölümcül etkisi tartışılmaktadır.
* Telepatik hipnozun kullanımı ise, ordu içinde yüksek bir potansiyele sahiptir. Bu yetenek bazı ajanların çaba sarf etmeden, önemli bilgileri ele geçirmesini sağlayabilir.
* Açıkça psikotronik silahlar vardır ama kapasiteleri bilinmemektedir.

Milyarlarca dolarlık bütçe:

Alexander ciddi miydi? Pentagon, gerçekten bazı falcıların denizaltıları durdurabileceğine inanıyor muydu? Alexander’in yazdığı bu makaleden haberdar olan birçok kişinin bunu saçma bulduklarını söylüyor. Neden ise şu: “Bu durum, kendi gerçekçilik kapasitelerini aşıyor. Dünyanın tepsi gibi olduğuna inananlar bile varken…”. Birçok araştırma gizli proje olarak tanımlanamayan programlar gizli tutulmak isteniyor.
Örneğin; 1978’de CIA’nın Sovyet Duyu Dışı Algılama çalışmaları ile ilgili istihbaratına şöyle bir başlık konulmuştu; “Biyolojik Transfer Sistemleri’nin Öyküsü”. Eleştirmenler parapsikolojinin, dünyevi problemler için kullanılması projesine karşı çıktılar. Örneğin, psişik güçlerin bir denizaltıyı yok etmesi gibi. Onlara göre, bilimi, teorik bulgular yine aynı bilim tarafından kabul edilmedikçe kullanamayız.

Peki, ama ya Madam Zodiac gerçekten Sovyet denizaltılarının yerini keşfedebiliyorsa? Michigan Üniversitesi Sosyal Bilimler profesörü olan Marcello Truzi, psişik güçlerin askeri ve politik olarak çok önemli olabilecekleri ve önemli ulusal güvenlik programlarına girebilecekleri için tehlikeli oldukları konusunda uyarıda bulunuyor. Bu tür güçlerin var olma ihtimali çok yüksek değil ama olasılık küçük de olsa, yadsınamayacak kadar önemli.
70’li yıllarda donanma Uluslararası SRI’nın beyin takımıyla 50.703 dolarlık bir anlaşma imzaladı. Görevleri, psişik güçlerin elektromanyetik kaynakları yok etmelerini önlemekti. Eğer psişikler bir başka odadaki parlayan ışığı hissedebiliyorlarsa, belki de denizaltıların çok zayıf elektromanyetik dalgalarını da fark edebilirlerdi.

Medyumların pazar değeri artıyor:

Yine de Donanma Halkla İlişkiler Bölümü kurumun psişik güçlerin denizaltıları bulmak için kullanıldığını inkâr eden resmi bir belge yayınladı. Belgede psişik-anti-denizaltı projesi şöyle tanımlanıyordu: “Bazı insanların fark edilemeyecek kadar büyük elektromanyetik dalgaları hissedebilme yetisini araştırmak.” Aslında bazı insanlar derken, medyumları; düşük seviyedeki elektromanyetik dalgalar derken de, denizaltıların elektromanyetik titreşimlerini; hissedebilmek derken de psişik güçleri kastediyorlardı.
Uzun proje raporlarında “psişik” kelimesi hiç kullanılmamıştı. Oysa SRI’nın en önemli araştırmacıları olan Harold Puthoff ve Russel Targ, dünyanın en bilinen medyumları olarak tanınıyorlar. Yapılan kontrat sonucunda SRI, son raporunu 1978’de yazdı. Raporda birçok psişikle önemli başarılar elde edildiğini iddia ediliyordu. Ama Donanma yetinmedi hatta donanma sözcüsü 1982’de yaptığı açıklamada, bu çalışmayı psişik olarak tanımlamayı reddetti.




Bu inkârların tersine, donanma en azından psişik güçleri olan 34 kişiyi denizaltıları saptaması için almıştı ve Madam Zodiac da bunlardan biriydi kod adı “Pseudonim” idi. Kontratında gizlilik ve susma koşulu bulunuyordu. Ama bir diğer medyum olan Shawn Robbins, National Enquirer dergisinde, isminin “Donanmanın medyumu” olarak geçmesine ses çıkarmadı. 1973’te New York’da Mainmondies Tıp Merkezi’nde Robbins, psişik-araştırma projesinde kullanıldı. Tipik bir deneyde, duygusal tahrik ölçüldü.
Hatta başkalarına erotik filmler izletilip, Robbins’in telapatik algı yeteneği ölçüldü. Filmlerden sonra denekler, uykuya yatırıldı ve rüyaları ya da seri göz hareketleri (REM) monitörlere yansıtıldı. Daha sonra denekler uyandırılarak rüyalarını anlatmaları istendi. Robbins’in rüyaları, filmin içeriğiyle paralel oluyordu ve filmi seyreden diğerlerinin rüyalarına uyuyordu. Araştırma ekibine göre; Robbins’in olağan dışı psişik güçleri vardı.

Testler bittikten hemen sonra, çalışmalara para sağlayan fonun yöneticilerinden birisi Robbins´i çağırarak kendisinin araştırmacı deniz subayı olduğunu söyledi. Adamın söylediğine göre donanma, düşman hedeflerine karşı Robbins’in psişik güçleriyle ilgileniyordu. Ve Robbins, anlaşmayı kabul etti. Madam Zodiac gibi ona da Sovyet gemi resimlerini ve çizelgeleri vererek, gemilerin yerini ve durumunu belirlemesini istediler.
Robbins üzerinde daha çok test yapmak istiyorlardı ama o bunu reddetti. Çünkü ondan Yunanistan’da gizli bir hazineyi bulmasını istenmişti. Yedi yıl sonra, aynı donanma komutanı, ondan Madam Zodiac projesine katılmasını ve testlere girmesini istedi. Fakat bu gerçekleşemedi, Robbins işini iyi yapıyordu ama Reagan’ın bütçe kesintisi kararıyla programdan çıkarıldı.

“Atom bombasını durdurabiliriz…”

1.Dünya Savaşı sırasında başlatılan ve geleceğin en önemli parapsikolojik araştırmaları olarak tanımlanan projelerin bütçesi Donanma tarafından karşılanıyordu. O dönemde, hayvanların psişik güçleri üzerinde yapılan bazı deneylerde martılar kullanıldı. Martılar psişik güçleri sayesinde Alman denizaltılarının periskoplarını tahrip edeceklerdi. Bütün bunlardan daha ciddi bir çalışma ise Duke Üniversitesi öğretim görevlilerinden J. Gaither Pratt’ın başkanlığında gerçekleşti.
Projenin amacı güvercinlerde psişik bir mekanizması bulmaktı. Bu tür bir buluş denizaltıların su yüzüne çıkmadan daha kolay ve uzun sefer yapabilmelerini sağlayacak, ayrıca geceleyin bombardıman yapılacaktı. Donanma bu tür çalışmalara 60’lara kadar devam etti. Fakat en önemli psişik proje, Donanma yerine Hükümet tarafından gerçekleştirildi. Donanma, 1977’de Virginia’da bir psişik mesajcı olan Dr. Charles Whitehouse’u “Hayali Görüntü Analiz İstasyonu”na aldı.
Whitehouse artık, içinde psişik enerjileri çoğaltan elektronik aletler üreten USPA adlı bir organizasyonu da içeren Birleşik Devletler Psikotronik Topluluğu´nun bir üyesiydi. Whitehouse, Donanma Araştırma ve Geliştirme Departmanı Başkanı olan Robert Skillen’e, eğer makinaya Sovyet denizaltıların bir resmi konursa yerlerini hemen tespit edebileceğini söylemişti. Skillen; “Bu yolla denizaltıların yeri bulunabilir” diyerek onay verdi.

Whitehouse, CIA ve Donanmadan birçok kişiye makinayı kullanmayı öğretti ve Donanma bu küçük siyah kutuya 5.111 dolar ödedi, Skillen, Whitehouse’un yaptığı çalışmanın övgüye değer olduğunu sürekli yineliyordu. Whitehouse, aldığı parayı yeni bir hayali görüntü analiz makinası için harcadı. Daha sonra bu makinayı kanser hastalığının tedavisi için kullandı. Kliniğinde auralarında boşluklar ya da dengesizlikler olan hastalara değişik renk kombinasyonları yönelterek onları tedavi ediyordu.
Ayrıca başka hastalıklar da auraya çeşitli renklerde ışık kombinasyonları doğrultarak tedavi ediliyordu. Whitehouse, ayrıca bu makinanın teknik kılavuzunda bazı bombaları etkisiz hale getireceğini de iddia ediyordu (Hidrojen ve Atom bombaları). Diğer hükümet ajanları, sivil yetkililer ve Hava Kuvvetleri, makinanın Atom bombasını imha edilebilmesiyle ilgilenmediler. Ama tıp dünyası ilgilendi ve doktoru, hastaları dolandırmakla itham ettiler. Sonunda Whitehouse, Tayland’a yerleşti, hayatının daha sakin olacağını düşünüyordu.

Hiper-uzay nükleer havan topu:

Donanmanın 1972’de yaptığı bu araştırma “çok gizli” bilgiler arasına girdi ve ancak 1978’de gün ışığına çıktı. Şöyle deniyordu: “Psişik araştırmalar yapan Sovyet güçlerinin er ya da geç aşağıdakileri gerçekleştirmesini bu yolla engelleyeceğiz.

A) Amerika’nın çok gizli dosya içeriklerini, gemilerimizin rotasını ve yerini, ordunun yerleşme düzenini bulmalarını,
B) Kilit noktalardaki Amerika liderlerinin ve sivil örgütlerinin düşüncelerini okumalarını,
C) Amerikalı subay ve yetkililerin ani ölümlerini sağlamalarını,
D) Amerikan uçaklarını ve uzay araçlarını uzaktan tespit etmelerini, önleyeceğiz.

Bu vahiysel tahminler, göründükleri gibi inanılmazdır. Ayrıca entellektüel gruplar tarafından da telaffuz ediliyorlardı. 1978’deki bir diğer donanma raporunda Sovyet Psikotronik silahlarının yani ruhsal yetilerin savunma ve saldırı fonksiyonlarını durdurmak için kullanılıyordu. Ayrıca raporda telapatik hipnozun Amerikan nükleer silahlarını etkisiz hale getirebileceğini belirten bir uyarı da vardı. Böylece 1981’de Hava kuvvetlerinin ordu adına savunma amaçlı psişik kalkanlar alması gündeme geldi.

Bu kalkanlar, USPA tarafından üretiliyorlardı. Çalışması için biraz kan veya karşı taraftan gerekli kişinin saçı yeterliydi. İnanılmazdı ama sanki ABD Ordusu büyücülüğe başlamıştı, Alexander’in makalesinde telapatik hipnozun büyük bir potansiyele sahip olduğu yazıyordu. Bu yetenek, karşı tarafın ajanlarını programlar hakkında bilgi almaktan alıkoyabilirdi. Üstelik Amerikan ajanları da bu metotla her şeyi bilebilirlerdi.

Söylendiği gibi: “Mançuryalılar, yaşamlarını bir tek telefon konuşmasına gerek duymadan sürdürürler” Emekli teğmen Thomas Beardan, ordunun iletişim analizcisi olarak çalışmıştı ve Sovyetlerin, bütün bunlardan daha öte silahları olduğunu söylüyordu; “Hiper-uzay nükleer havan topu” gibi… Bu psişik silahlar, stratejik noktaları tek bir atışla çöl haline getirebilirdi. Metod şuydu; tek bir nükleer patlama sınırsız şekilde evrenin her yerine naklediliyordu. 7 dönemdir senatör olan Charlie Rose bu saçma görünen iddiayı ciddi buluyor. O’na göre; Ruslar bu işin üstüne çok düşüyorlar ve Amerika bunun gerisinde kalmamalı.

Ruhsal hidrojen bombaları:

Rose, hukukçu ve tütün lobisinin liderlerinden, üstelik kendisi bilgisayarlar konusunda uzman ve Geleceğin Teknolojisi Komisyonu´nun da kurucusu. Bu aslında resmi olmayan, özel finanse edilen bir kurumdur. Rose ileri teknoloji ile ilgili birimi; füturist ve “Gelecek Şoku” adlı kitabın yazarı olan Alvin Toffler’den sonra gündeme getirdi ve Kongre´nin bu konuyla ciddi bir şekilde ilgilenmesi gerektiğini ortaya attı, gazetelerde birçok makale yayınlandı.
Uzay kolonilerinden, gen düzenlemelerinden, yumuşak enerjiden ve diğer New Age konularından söz edildi. Rose, Amerikan hükümetinin psişik silahlar için çok fazla para harcaması gerektiğini düşünmüyor. Çünkü ona göre ilk önce bu silahların nasıl bir teknoloji ile yapılması gerektiğini öğrenmek gerekiyor. Ama eğer teknolojik yapıyı anlayabilirsek, işte o zaman “Psişik Manhattan Projesi”ne ihtiyacımız olacak. (Manhattan Projesi, 1945´de atom bombası deneylerine verilen isimdir.)

Senatör, bu teknolojik bilginin ufukta olduğunu söylüyor. Rose, daha öncelerde uzak yerleri görmeyi sağlayan uzak görüş yeteneği ile ilgili olarak CIA dosyalarına girmişti. Bunu şöyle anlatıyor; “Uzak görüş yeteneğiyle ilgili inanılmaz örnekler gördüm. Bana kalırsa bu alandaki gelişmelere yakınlık göstermeliyiz, özellikle de Rusların yaptıklarına. Eğer gizli bulgulara erişebilecek psişik silahlarla donatılmış insanlar yaratırlarsa, hiç bir sırrımız kalmayacaktır.”

Rose, CIA ve Pentagon’daki şüphecilerin Amerika’nın uzak görüşle ilgili araştırmalarını engelledikleri düşüncesinde, şüphecilerin, araştırmaları engellediklerini çünkü uydu fotoğrafları kadar kesin olmadığını düşündüklerini belirtiyor ve şöyle devam ediyor; “Bana kalırsa bu ucuz bir radar sisteminden başka bir şey değil. Ayrıca Ruslar böyle önemli bir projeye sahiplerse, gerçekten başımız belada.
Bu ülke garip psişik gereçlere, lazerler arkasından bakmaya korkmuyorlarsa bizim de korkmamamız gerekir. Daha da kötüsü, yarın Ruslar bu tekniği ve bilgilerini Orta Doğu terörünün eline de verebilirler.”

Bu tür insanlar çok tehlikeli olabilirler…

California Üniversitesi psikologlarından Charles T. Tart’ın incelemesine göre; ciddi hükümet dışı araştırmacılar olası bir psikolojik askeri uygulamayı önemli buluyorlar. Amerika’daki en ünlü 14 parapsikoloji laboratuvarının on üçü Tart’ın anketine cevap verdi. Hiçbirisi bu tür psişik güçlerin casusluk alanında kullanılabileceğini reddetmedi. Üstelik bu konuda çok para harcandığını ve bilimsel insan gücü kullanıldığını söylediler.
Dördü casusluk için “olabilir”, beşi “belki”, geri kalan dördü ise “kesin” nitelemesini kullandı. Aynı oranda incelemeci ise; psişik güçlerin, fiziksel zarara, hastalığa ve hatta ölüme yol açabileceğini ya da bilgisayar türü gereçleri bozabileceğini söylüyorlar. Tart’ın araştırmasına katılan 5 laboratuar, Amerikan Hükümeti´nin kendilerine resmi yollarda parapsikolojik bilgi almak için yaklaştıklarını belirtti.

Ordunun psişik güç olarak istediği, telepatik hipnoz veya kaşık bükmek değildi. Böyle olsaydı, bunların bir gösteri tiyatrosu için hazırlandığını düşünürdük. Ciddi araştırmacılar, kendini psişik diye tanıtan Uri Geller gibi kişilerin süslü gösterilerinden sonra, düşük enerjiyi ölçen psikokinetik testlerden çok, göz yanılmalarına takıldılar. Psişiklerin birçoğu düşük bir enerjiyle bile etkilenecek basit mekanik veya elektrikli araçlarla (mikroçipler ve termometreler) uğraşmaya başladılar.
Princeton’un psişik araştırmacısı Robert John ve diğerleri bu tür kolay testlerin devamlı pozitif sonuçlar verdiğini söylüyorlar. Yani öylesine bir pşisik güç sıradan araç ve gereci kolayca etkiliyor. Aslında tüm modern silahlar (radarlar, bombalar, uçuş saldırı sistemleri, tanklar vs..), bilgisayarların düzgün çalışmasına bağlıdır.
Psişikler, bilgisayarları kontrol edebiliyorlarsa, bu tam bir nükleer kaç-göç oyununa dönüşür ve Pentagon’un gözünden kaçmamalıdır. Vietnam Savaşı sırasında Donanma, Tonkin Çölü’nde çalışan taşıyıcılardaki gizemli bombaların patlamasında psişik bir güçten şüphelendiler. Saldırı bilgisayarları bozulup, zarar vermek isterken tersini yapmış olabilirler mi? Pentagon, bunu kesinlikle bilmek istiyor.

CIA nelerle uğraşıyor?

Nükleer savaş gereçleri dizaynırlığı yapan Laurence Livenmar Laboratuarları çalışanlarından Ron Robertson’a göre; bazı hükümet yetkilileri, psişik güçleri, nükleer silahları korumak için inceliyorlar. Eğer Uri Geller psiko gücünü, kaşıkları ve anahtarları bükmek için kullanıyorsa “Laboratuar Uri Geller’in bunu yapabildiğini onaylamıştı”, bunu nükleer bombalar için de kullanabilir. Bunu yapabilmek için küçük bir noktayı birkaç santim oynatmak yeterlidir. Robertson, Pentagon’un 30 -40 psişik araştırmayı desteklediğini söylüyordu.

Bir zamanlar hükümet tarafından desteklenen araştırmalar hakkında neye inanmamız gerektiğini bilmek zordu ve bu konuda dökümanlara ulaşılamazdı. Üstelik hükümetler, özel olarak desteklenen psişik araştırmalarda bile eğlencelik bir iş yapıyor gibi davranırlar.
Örneğin, Joel S. Lawson’u ele alalım. Lawson, Donanma Elektronik Sistem Departmanı’nın basın bölümündeydi ve şöyle demişti: “Ben her zaman duyudışı algılamanın denizaltılarla savaşmak için tek yol olduğuna inandım.” Lawson, donanmanın içinde psişik silahları açıkça tartışmaya istekli çok az kişiden biriydi. Stanford Araştırma Entitüsü ile yapılan iki kontratta, hükümet sözcüsüydü. İki proje de bu fikirlerin fizibilitesinin test edilmesine yöneliktiı.

Lawson, artık konuşmuyor ve röportaj vermiyor. CIA´in 1952 yılı kayıtlarından alınan ve 1978’de ortaya çıkan bilgiler, psişik araştırmalara hız verilmesini ve pratik uygulamalar yapılmasının gerekliliğini, deneyler sırasında kesin bir dikkat ve hiçbir bilgi sızdırılmamasının istendiğini göstermiştir. Psişik araştırmacılar Stanley Krippner ve Shawn Robbins, yapılan araştırmalar için gereken paranın yarısının CIA tarafından karşılandığını, yedi yıl kadar sonra öğrendiler.
Bunu bir magazin makalesinden öğrenmişlerdi, saklama ve sessizlik politikası, 70’lerin sonuna kadar bu fonu gerçekleştiren görevlilerin sorumluluğunda sürdürüldü. Sorumlu kişi, hükümetin utanmak istemediğini ve ilgilenmeleri gereken başka şeylerin de olduğunu söyledi.

Şu anda neler oluyor?

Psişiklerden, paranın nereden geldiğini saklamak özel sorunlara yol açabilirdi. Eğer psişikler gerçekten yeteneklilerse, gerçeği telepatik olarak ya da dökümanlardaki psişik parmak izlerinden öğrenebilirlerdi. Diğer yandan psişikler, ipuçlarını yakalayamazlarsa, bu da onların gerçekten yetenekli olmadıklarını gösterirdi. Böylece bunca paranın boşa gittiği ortaya çıkardı.
CIA, bu karmaşayı çözmek için iki aracı kullandı. Bu kişiler, CIA ile olan bağlantıyı ve araştırmanın arkasındakileri biliyorlardı. Bu çift taraflı körlük sistemi önlemleri pek de normal sayılmaz. Aslında böyle bir anlaşma sistemi birçok tehlike yaratabilirdi. Hükümet hala psişik araştırmaları finanse ediyor mu?

Reagan dönemi Beyaz Saray sözcüsü Barbara Honegger, Ulusal Güvenlik Departmanı’nın uzak görüş olayını bir takım kodları bulmak için kullandığını söylüyor. Ulusal Güvenlik Departmanı´nın bilgisayarları trilyonlarca kod kombinasyonu içerse de daha güvenli kod kırıcılara daima ihtiyaçları var. 1977’de Donanma´nın Araştırma ve Geliştirme Bölümü´nde asistan sekreter olan Samuel Koslov, Donanma´nın, Stanford Araştırma Enstitüsü´yle ELF ve Beyin Kontrolü çalışmalarıyla ilgili bir kontratı olduğunu öğrendi (ELF, çok düşük frekansta radyo dalgalarıdır).
Çünkü insan beyni çok düşük frekansta elektrik dalgaları yayar. Bilim adamları bu dalgaları psişik bir metotla güçlü sinyallere çevirirlerse, yakınlardaki insanların beynini etkileyerek hipertansiyona yol açılabileceğini ve ani ölümle sonuçlanacağını düşünüyorlar. Ama beyin kontrolü etiketi Koslov’u üzmüştü, bu yüzden Donanma´nın finanse ettiği tüm psişik çalışmaların durmasını emretti. SRI ile olan kontrat iptal edildi ve diğer projeler beklemeye alındı.

Buna karşın beyindeki düşük frekanslı radyo dalgalarının insan beynine olan etkilerini araştırma projesi çok geliştirildi ve finanse edildi. Psişiklerin, bilgisayarları sabote edip, tüm gizli bilgileri ele geçirebileceği endişesi, Kongre´de açıkça gündeme geldiğinde psişik savaş yarışının başlayacağı düşünüldü. Ama şüpheciler “hayır” diyorlar. Onlara göre bu olaylar, fazla pahalı bir zaman öldürme işinden ileri gidemezdi. Koslov, psişik silahlar lafı geçtiğinde bile rahatsız oluyor.
Ona göre bu tür tartışmalar, insanları sonuçsuz bir sürek avına iter. Bunu şöyle dile getiriyor; “Eğer Sovyetler bu aptalca şeylere bu kadar çok para döküyorlarsa, bunun nedeni kendi gazetelerinde bizim psişik araştırmalar yaptığımızı duymuş olmalarıdır. Size bu konuda çok fazla gazete küpürü gösterebilirim.” Basın, Parapsikoloji hakkında Rusya´da bile haber çıkarıyor.
Fakat tüm bunlar sansasyonel ve magazin boyutunda. Yine de Parapsikoloji, hem Amerika’da hem de Rusya´da gündemdeki bir konu. Resmi Rus ansiklopedilerinde Parapsikoloji, şu şekilde tarif ediliyor; “Bilimsel olmayan idealist akım”. Bu tür bir tanım sadece Stalin devrinde vardı.
Oysa günümüzde çok ciddi bazı bilim adamları Parapsikolojinin önemli buluşlar yapacağını düşünüyorlar ve bu tür düşünceler sonsuza kadar yadsınamaz. Kısacası gelecek, insan yeteneklerinin ötesinin keşfedileceğinın ve kullanılacağının haberini yollamaktadır. Askeri ve politik alanın dışında kalan alanlarda, olumlu olarak pşisik güçlerin tam olarak tanınmış, denenmiş ve yönlendirilmiş kullanımı yeni bir dünyayı bize getirebilir.

Kaynak : https://www.kuantumnedir.com/konu-psisik-silahlar-ve-psisik-silahlanma-207.html
Devamını Oku »

Yukarı Git