EZOTERİZM & OKÜLTİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EZOTERİZM & OKÜLTİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2016 Cuma

ANİMA MUNDİ



Anima Mundi

"Dünya ölü bir beden değildir..."

Ortaçağ'da yaşamış bir simyacı olan Basilius Valentinus’un Yerküre’nin kendi başına canlı bir varlık olduğunu dile getiren bu sözü Anima Mundi’nin (Dünya canı) var olduğunu savunan birçok okültist düşünceyi özetleyen bir sözdür. Dünya’nın canlı bir varlık oluşu kavramı 19. yy.’dan itibaren teozoflarca da benimsenmiş ve bu kavramdan yol çıkan yazarlarla “kutsal coğrafya” konusunun yeniden gündeme gelmesi sağlanmıştır.

Okültizm Dünya gezegenini bir insan bedeni gibi ele alır. Nasıl insan bedeninde çeşitli dolaşım ve sinir sistemleri varsa, yerkürede ve hatta kozmozda da böyle dolaşımlar ve içinde bir tür tesir akımlarının aktığı kanal sistemleri vardır. İşte mistik, okült ve psişik terimlerle ifade etmek gerekirse, yerkürenin organlarını, çakralarını, akupunktur meridyenlerini, bunlarda dolanan seyyal (akışkan) akımları ve psişik-inisiyatik merkezlerin konumlarını konu alan coğrafyaya "kutsal coğrafya" denir. Batılı okültistlere göre yerküre aynen insan vücudundaki kan damarları ve sinirlere benzeyen enerji kanallarıyla örülü durumdadır. Okültizme göre, peygamberlerin ve kimi mistiklerin spiritüel temaslarının hep dağlarda olması rastlantı değildi ve ley hatlarını konusunda uzmanlaşmış bazı eski uygarlıklar tapınaklarını ve kutsal merkezlerini rastgele yerlerde değil, bu hatlar üzerinde, özellikle bu hatların kesiştiği kavşak noktalarında kurmuşlardı.

John Mitchell Atlantis’in görünümü adlı kitabında şöyle der:

“Dünya tarih-öncesi mühendislik çalışmalarının yapıtlarıyla dolu (...) Dağlarda, yaylalarda, ormanlarda, çöllerde hatta deniz altında bulunan büyük taş harabelerin birbirleriyle bağlantılı oldukları anlaşılmaktadır. Eski zamanların bilgelerine göre Dünya canlı bir yaratıktır. Onun da gövdesi canlı yaratıklar gibi bir sinir sistemiyle kaplıdır ve sinirler bir enerji alanına bağlıdır. Dünyanın sinir merkezleri akupunktur iğnelerinin batırldığı noktaları andırmaktadır. Bunlar üzerinde tapınaklar, kutsal yapılar yapılır, yapılar kozmik bir düzen içindeki mikkrokozmoslar gibi düzenle yerleştirilirdi.”

Ley araştırmacılarına göre bu hatlarda ya da kanallardaki enerji dolaşımı akupunkturda bilinen biyoenerji dolaşımını andırmaktadır. Bu kanallarda akan enerjiye "telürik enerji" denir. Çin geleneğinde ley hatlarına ejderha çizgileri ve bu hatlarda dolanan güce Ch’i gücü denir. Kutupsallık gösteren bu güç, insan bedenindeki kanallarda nasıl akıyorsa, yerküredeki kanallarda da öyle akar. Çin’de yerkürenin bu kanallarındaki gücü konu alan ve halen uygulama alanı olan bu uzmanlık alanına feng-shui adı verilir. Çin’de ve Uzakdoğu’da uygulanan feng shui’ye göre bina sağlık verici olumlu enerjiyi yeryüzündeki dragon çizgilerinden alır. Bina öyle bir yere kurulmalıdır ki üzerinde kurulduğu topraktan akan “enerji nehri”, olumlu bir akışa ve yaşamsal berekete sahip olmalıdır.Feng shui’ye göre bu sağlandıktan sonra sağlık ve huzur getirecek ayrıntılar evin yapıldığı malzeme, kapısının açıldığı yön, içindeki eşyalar, suyun ateşin ve odaların şeklidir. Feng shui, cansız nesnelerin, mobilyaların ve dünya toprağının canlılara etkisini en uygun hale getirmeye çalışır. Feng shui uzmanlarına danışılmadan saray veya ev yapılmazdı. Günümüzde bile Çin evlerinde (pagoda) ley hatlarının yayılma biçimi olan ‘güneş ışınları tarzındaki yayılma halen görülebilir. (Bu tarz yayılma Moğol obalarında da görülür.) Feng Shui o denli ciddiye alınır ki, dünyanın en yüksek gökdelenlerinden Taipai 101‘e doğrudan gelen caddenin yaratacağı olumusuz enerji akışını dengelemek için mimarlar binanın önüne su çeşmesi ve havuz yaptırmıştır.

Okültistlerce vaktiyle dile getirilmiş ve skemb hatları,geomantik koridorlar, jeodetik çizgiler gibi çeşitli adlar verilmiş bu hatları Batı’da yeniden gündeme getiren kişi Alfred Watkins olmuştur. Bunlardan The Old Straight Track adlı kitabında söz eden Watkins keşfettiği bu hatlar için 1920’li yıllarda “ley hatları” terimini kullanmıştır.

Britanya’daki eski yollar üzerinde çalışmalarda bulunan amatör arkeolog Watkins, bir gün dikili taşların, kutsal binaların ve eski çağlardan kalma birçok yapının hep aynı doğru üzerinde yer aldığını farketti. Çalışmalarını sürdürdüğünde şunu keşfetti:Eski patikalar, kurganlar, höyükler, kutsal yapılar, tarih-öncesinden kalma dikilitaşlar rastlantıyla açıklanamayacak bir şekilde kilometrelerce uzanan çizgiler oluşturacak tarzda, aynı doğrular üzerinde bulunmaktaydı. Bunun bir rastlantıdan ibaret olduğunu ileri süren matematikçiler, bunu kanıtlamak için formüller hazırlayıp bilgisayarda sınamışlar, fakat sonuçlar rastlantı olasılığının çok düşük olduğunu ortaya koyunca şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Örneğin 50 km.’den fazla olmayan aralarla sıralı 7 noktadan geçen bir ley hattında rastlantı olasılığı binde birdi.

Watkins’e göre eski uygarlıklar yapılarının yanısıra ana yollarını da ley akışları üzerine kurmuşlardı. Ley hatları bilgisiyle hareket etmeye başlayan Watkins modern haritalarda görünmeyen toprak altında kalmış eski yapıları da keşfetmeyi başardı. İlk kitabını 1925’te yayımlamışsa da konu ancak 1960’lı yıllarda güncel hale gelmiş, bu yıllarda “Ley avcısı” adlı bir dergi yayımlanmaya başlamış ve nihayet Cambridge’te Jeomantik Araştırmalar Enstitüsü (Institute of Geomantic Research) kurulmuştur.

Watkins hatların bazı yerlerde bir merkezden çıkan güneş ışınları gibi yayılmalar gösterdiklerini, bazı yerlerde ise tren rayları gibi paralel uzandıklarını saptamıştır. Ona göre, bu hatlar bataklıklarda ve uçurumlarda bile kesintiye uğramadan devam etmektedir.Ley hatları ilk kez dikili taşlar yoluyla Britanya’da gündeme gelmişse de, sonradan dünyanın pek çok yerinde ley hatlarını belirten işaretleme sisitemlerinin bulunduğu anlaşılmıştır.

Ley hatlarında dolanan güç, insanların bozucu yapılaşmasıyla bozulabilmektedir; bu gücün yapay müdahalelerle bozulduğu takdirde ortaya çıkan olumsuz etkilere Batılı radyestezistler kara akım adını verirler. Sözkonusu güç, elektriksel ve manyetik alanlarda olduğu gibi, pozitif ve negatif olarak belirtilebilecek ikili bir kutupsallık göstermektedir. Bu güç dengeli bir şekilde dolandığında canlılar üzerinde şifa verici bir etki yapmakla birlikte, akışının dengesi yapay müdahalelerle (gelişigüzel yerlere bina yapma, madencilik, yol yapımı çalışmaları vs.) bozulduğu takdirde olumsuz etkiler de ortaya çıkabilir. Nasıl insan vücudundaki biyoenerji akımı yanlış odaklandığında, tıkanıklığa uğradığında, yani dengesi bozulduğunda birtakım olumsuz etkiler yaratıyor ve bazı hastalıklara neden oluyorsa, ley hatlarındaki güç de, aynı şekilde, yer yüzeyinde yanlış odaklandığı veya bir yerde sıkışıp kaldığı takdirde, o bölgede olumsuz etkiler yaratmaktadır. Radyestezistler böyle yerlerde yüzeyde genellikle asitli bir toprak tabakasının oluştuğunu bildirmektedirler.
Devamını Oku »

ORTAK AKLIN İZLERİ



Ortak Aklın İzleri

Prof. Mvr. Beyan Kardiç

Somutlaştırma

İnsanın birçok özelliği vardır. Ancak insanı farklı kılan onun manevi yönünün olmasıdır. İnsanın hayatını şekillendiren onun manevi yönüdür. Çoğu hareketimiz aslında bilinçsizce gerçekleşmektedir. Ortaya koyduklarımız, manevi birikimimizin somutlaştırılmasından ibarettir. Mesela, ölen bir kişiye neden mezar yapılır? Biz bunu bilmeyiz, bu bize maneviyatımızın yaptırdığı bir şeydir. Orada o kişinin anısı somutlaştırılmaktadır. Bir mezar taşının bile simgebilim dünyasında derin anlamları vardır. Bu yüzden simgeler bize çok şey anlatır. Ortaya koyduğumuz sanat eserleri, yapıtlar ve daha nicelerinin arkasında bir saik vardır ve o saik bize maneviyatımızın gönderdiği simgelerin eseridir. Bundan dolayı bir ressama, bu resmi neden şu şekilde değil de bu şekilde yaptın demek mantıksızdır. Çünkü kelimelerin kifayetsizliğinin kanıtıdır bazı şeyler… Bu yüzden insanoğlunun oluşturduğu çoğu şey, içteki o gizli birikimin somutlaştırılması, dışa vurulmasıdır.

Aidiyet

Kişileri etkilen en önemli unsurlardan birisi de aidiyet duygusudur. İçinde bulunulan toplum, aile, cemiyet gibi kişi birlikleri bazı durumlarda insanları öylesine etkilerler ki, onların iradesinin üstünde bir üst irade oluştururlar. Dolayısıyla “hür düşünce”den bahsedildiğinde, aslında çok sınırlı bir alandan bahsedilmektedir. Şairler, mimarlar, yazarlar çoğunlukla ait olduğu topluluğun üst iradesinin etkisindedirler ve bu üst iradenin izlerini eserlerine yansıtırlar.

Simgeler

Simgeler simge bilimde ipuçlarıdır. Yapıtlara veya yapılara hâkim olan üst iradeyi ele verirler. Bu manada simgeler haindir, oyunu, niyeti ve gerçeği yansıtır. Yapıtları ortaya koyanların özgür olmadığı, maneviyatının ve aidiyet duygusunun esiri oldukları gerçeğini simgeler ortaya koyar. Başka bir anlatımla simgeler zihin kodlarının somut âleme yansımasıdır. Bu yüzden gerçek hem gün gibi ortadadır hem de gizlidir; hem göz önündedir hem de dikkat çekmemektedir. Gerçekler, bu yönüyle, güneşi satan adam hikâyesindeki güneşe benzerler. Fark etmezsiniz ama hep karşınızda durur.

Sırlar Öğretisi

Evet dostlar, buraya kadar kısa kısa bilgiler vermek ve teorik boyutu özetlemek durumundaydık. Bilmekteyiz ki, okuyucular bizden “aksiyon” beklemektedirler. Ancak bizim “aksiyonumuz” içi boş, teorisiz, reflekse dayalı bir kavram değildir. Bizim ortaya koymaya çalıştığımız bazen bazılarının binlerce yıldır içinde tuttuğu gizin iz düşümleri, bazen de kendi gerçeğimizdir. Şüphesiz bunu teorisiz yapmak savunduklarımıza ihanet etmektir. Çünkü tüm bu teorik kısımla ulaşılmak istenen amaç, bazılarının ortaya koydukları yapıt veya yapıların ne kadar “biz”den olmadıklarının ve ne kadar içlerinde sakladıkları sinsi duygularının eseri olduklarının gösterilmesi değildir. Aksine sırlar öğretisinin amacı bir “özgüvensizlik” operasyonuna tabi tutulan büyük bir ulusun izlerinin ne kadar kalıcı olduğunu ve söylenilenin tam aksine ne kadar “aslî” olduğunu göstermek olmalıdır. Sırlar öğretisi bu yönüyle aslında gerçekleri aramaktadır ve “fırka-i hakikât”in hizmetindedir. Sırlar öğretisi etkinin karşısında “tepki” olarak konumlandırılırsa “öğreti” olma özelliğini yitirir. Dolayısıyla bu öğreti yoluyla uyutulmuşları uyandırmak, büyük uyanışı sağlamak amaçlanmaktadır. Büyük uyanışı özleyenlerin ve kendine dava edilenlerin süreci meşakkatli bir süreçtir. Çünkü zahirî olanın gerçek olmadığını iddia etmek güç, ispatlamak ise sancılıdır.

Görecelilik

Etrafımıza bakıyoruz, gördüklerimizin ne kadar izafi (göreceli-rölatif) olduğuna ise hiç dikkat etmiyoruz. Işık çok yatay bir açıdan vurduğunda küçük bir biblonun gölgesinin nasıl bir dev olduğunu düşünmüyoruz. Işık tepeden vurduğunda kocaman bir gökdelenin gölgesinin ise ancak birkaç metre uzunlukta olabileceğini aklımıza getirmiyoruz. Buradaki ışık oyununu yapanlar gerçekleri gizleyenlerdir. Bunlar kendilerini olduklarından kat kat büyük gösterip gerçeklerin üstünü örtenlerdir. Bu şekilde, bir biblo bile bir gökdelenden büyük gösterilebilmektedir.

Türkiye'de yapılan da yıllardır budur. Küçük, örgütlü, niteliksiz azınlık ve cemaatler bu topluma ve hatta dünya uluslarına tahakküm etmekte, her tarafa izlerini bırakmaktadırlar. Buna bizler bilinçli veya bilinçsiz olarak izin vermekteyiz. Bu hadisenin içinde suçlu aramak hatadır. Çünkü güç boşluğu elbette bir şekilde doldurulacaktır. Bu, genelde örgütlü azınlığın örgütsüz, ailesiz, çoğunluğa hükmetmesi şeklinde gerçekleşir, ki kimileri de buna “demokrasi” adını takmakta ve durumu meşrulaştırmaktadır. Ne demokrasi ne de insan hakları bize anlatılanlar ile örtüşmektedir. Şu an yapılmakta olduğunu iddia ettiğimiz şey, insanların bilinçaltlarında yatan ve onlara yön veren manevî boyutlarının “format”lanmasından ibarettir. Göz bağcıların bu yolla kendi kültür, sanat, estetik, ahlak anlayışlarını ailesiz ve örgütsüz çoğunluğa dayattığını söylememekteyiz. Zira yapılmak istenen bu değildir. Yapılmak istenen bu değerlerin tahrip edilmesidir. Bu yolla güç boşlukları yaratılacaktır (kaotik nizamdan daha önce bahsetmiştik). Bilim, sanat ve estetikte, ahlakta boşluk yaratılacaktır. Kesinlikle kendi anlayışları bizlere dayatılmayacaktır. Başkalarına dayatılan bizlere dayatılacaktır. Planlar bittiğinde ise birileri her yerde izlerini bırakmış olacak ve niteliksiz insan kitlelerini onların kontrolünde olan ama “demokratik” hükümetlerle yönetiyor olacaklardır.

Gizemi Görmek

İz bulmak bir sanattır, iz bulmak korkutucudur. Birileri bir yerlere kendi izlerini bırakmaktadır. Bu, bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak yapılır. Bilinçli olarak yapılır çünkü, bunu yapanlar bir yerlere damga vurmak isterler; bilinçsiz olarak yapılır, çünkü bazı duygular içlerinde o kadar yer etmiştir ki, farkında olmadan kendilerine ait sembolleri bir yerlere koyuverirler. Bizler de bunu yaparız. Yaptığımız da olmuştur. Eğer ortada haince bir plan varsa, bu plan “var olmamıza” karşı bir plandır. Zihin kodlarımız çözümlenmekte, ahlakî değerlerimizle oynanmaktadır. Zihin kodları yüzlerce yıllık bir ortak aklı ifade etmektedir. Bu “ortak” akıl bizim, şiirimizde, görünümümüzde, romanımızda, yapılarımızda, kısacası “biz”in olduğu her mecrada varlık göstermektedir. Eğer “yok olmak” varlığın anlamsızlaştırılması ise, öldürmek yok edici değildir. Önemli olan izlerin ve değerlerin silinmesidir. Atalarımız, birbirinden belki de habersiz olarak, farklı farklı yerlere aynı izleri bırakmıştır. Başka bir deyişle “bizim” olana “biz” mührü vurulmuştur. Yüzlerce varlık kanıtımızdan birisini de “sekiz köşe” oluşturmaktadır. Bursa'daki Koza Hanı Mescidi sekiz köşe üzerinde yükselmektedir. Yine İzmir'de Konak Meydanı'ndaki cami sekiz köşelidir. Bursa Ulucami'deki çeşmeler sekiz köşelidir. Birçok padişahın resminde bir yerlerde sekiz köşeli yıldız görülmektedir. Konya Ereğli'de Karabaş Veli Külliyesi, Beyşehir'deki eserler, Bergama'da Şadırvanlı Cami, Antalya'da Ömer Paşa Cami, hat sanatının eşi bulunmaz örnekleri ve daha niceleri “sekiz köşe” ile mühürlenmiştir. Konya'da, Antalya'da, İzmir'de Bursa'da her yerde “iz” bırakılmıştır. Bu izler ulusumuzun varlığının kanıtıdır. İşte ışık oyunu ile bizim için “barbar” ve “göçebe” tanımlaması yapanlara küçücük kanıtlardır bunlar. Daha yüzlerce “iz” sayısız eserin üzerinde, binlerce şiirin, türkünün içinde durmaktadır. Ancak garip olanı bunların bizden gizlenmesidir.

Oyunu bozmak, ezberi bozmaktır ve zor bir iştir. Ancak bu ulus tarihin birçok noktasında oyunu görmüş ve bozmuştur. Bu sefer asıl hedef, zikrettiğimiz “bilinç”tir ve sahte bilgiler üzerine yeni bir “ezber” kalıbı oluşturulup özgüveni olmayan insanlar yaratılmaktadır.

Ezber bozmak, haince oynanan oyunu bozmaktır. Önüne çıkan her taşı toza çevirmiş ve her yokuşu yüksek debisi ile ikiye bölmüş bir nehir gibi olan bu ortak akıl ise “büyük uyanış”ın teminatıdır. Şimdi sen de bu ortak akla katılmak mı istiyorsun? O zaman “iz”leri takip et. Dağa taşa vurulmuş her mühür yol göstericindir.

Devamını Oku »

KUTSAL MERKEZLER



Kutsal Merkezler

Dion Fortune "Aspects of Occultism"

"Kurşun ve kalay dünyadan değil... bir pınardan gelir ve başlarında bir melek durur."
Enoch'ın [Hz. İdris]Kitabı

Bazı yerlerin insanlar üzerinde kuvvetli etkisi olduğunu sanırım hiç kimse inkar etmez.

Görünüşe göre bu yerler arasında en iyi bilinen Mısır'dır, zira oradan dönen çoğu kişi belirli bir deneyim geçirdiğini söyler. Sürekli hareket halinde olan Sahra Çölünün kumlarının ürettiği elektriğin insandaki normal titreşimleri değiştirip şuur genişlemesine neden olduğu söylenir. İş böyleyse, bu durum her bireye göre farklı sonuç vermeli, örneğin tamamen maddeci biri için, psişik hassas birine göre daha farklı bir etki söz konusu olmalıdır. Maalesef, bu konuda sürekli duyduğumuz psişik hassas insanların muğlak vizyonları yerine, bize daha ilginç ve yararlı gelecek normal insanların tepkisine ender olarak karşılaşmaktayız.

Her ülkede bu merkezler vardır, ancak maalesef Hıristiyan devrinden beri bunlar kilise tarafından gasp edilmiştir ve her ne kadar etkileri her zaman "azizce" de olmazsa da en hayati olanların başına "Aziz" unvanı konulmuştur. Böylece etkisi konusunda bir ip ucu verecek eski ismi silinip eski geleneksel bilgi kaybolur, çünkü kilise sadece belirli bir deneyim tanımaktadır. O da en duygusal ve ilkel deneyim olan dini coşkudur. Dini coşku da, sırf bu nedenden dolayı sıradan insanlara harika gibi gözükür, çünkü kendinden geçme halidir. Dolayısıyla bencil ve kişisel bir deneyimdir, bireyin belirli bir yönde gelişmesiyle ilgilidir ve fiziksel açıdan neredeyse hep verimsizdir, çünkü bilinçsizdir. Fiziksel etkiyi vurguluyorum, çünkü onun diğer bir planda gizleri veya şuur halleri nedir sadece bulanık bir şekilde algılanabilir. Ruhun tekamülüne nasıl bir etkisi olacağı da pek anlaşılır değildir.

Kilise tarafından bu kapıları açanlara gösterilse de, pek az yol gösterilir, çünkü yüksek dini duyguları tatmak herkesin harcı değildir ve değerlerin yeni düzenlenmesi yerine şuurun daha da genişlemesi ve maddenin bazı perdelerinin aralanmasına yol açar, bu etki daha önce belirttiğim gibi verimsizdir, çünkü eğitimsiz ve hazırlıksız zihne etkisi o denli yıkıcıdır ki yaşama karşı normal bakış açısını altüst eder.

Ayrıca bu deneyimlerle ilgili farklı bir yön vardır ve bu konuda pek bir şey söylenmez. Klipotların [Not: Kabalada "kabuklar" anlamına gelen şer güçler, K.M.] yeraltı saraylarına giden karanlık kapılardan giren ve yolları artık normal insanlardan ayrılan kişiler kötülüğe karşı ön yargıları yoğunlaşmış bir şekilde dönerler.

Kadim Mister Okullarında [Not: Kadim çağlarda ezoterik inisiyatik okullar] her bir inisiye dikkatle denetlenip rehberliği yapılırdı. Böylece deneyimler beyhude olmuyordu, yıkıcı olmaları yerine yeniden yapılandırıcı olmaları sağlanıyordu. Bu tür yerlere gidiyoruz ve ne tür deneyim yaşayacağımız bize söylenmiyor. Bunun dışında dini bir tarikatla veya doğayla (muğlak bir terim) temas söz konusu olacaktır. Dolayısıyla negatif/alıcı bir yaklaşımla oraya gidiyoruz, irade ve akıl hazırlıksızdır, dolayısıyla gerçek değer bir duygusal fırtına içerisinde kaybolmaktadır.

Daha önce belirttiğim gibi, yayılan etkinin sırrı eski isimlerde bulunduğunu ve bunun da temeli fiziksel olup yerin derinliklerinde yatan kontaktta yattığını inanıyorum.

Majikal yazılarda her metalin kendine has gezegeni olduğunu, her insanın belirli bir gezegenin etkisi altında olduğunu okuyoruz ve belki bunun arkasında yarın, öbür gün bilim adamları tarafından bilimsel dille ifade edilecek bilimsel bir olgu vardır.

1928 yılının güneş tutulmasında Dr. Kolisko altın, gümüş, kurşun ve kalay solüsyonları ile bazı deneyler yapmıştı. Güneş tutulmasından önce, sonra ve sırasında çekilen fotoğraflar faaliyetlerinde olağanüstü değişimler göstermekteydi. Bu da semavi hareketlerin bu solüsyonlar üzerinde bir etkisi olduğu, hatta çarpıcı bir etkisi olduğunu göstermektedir.

Kilisenin tayin ettiği değerler dışında, jeolojik açıdan bu merkezleri, kadim isimleri ve özelliklerini inceleyip merkezleri enerjilendiren belirli gücü tespit etmek ve bu gücü maksadımıza doğru yönlendirme olasılığını görmemiz ilginç olur.

Bu bağlamda çalışarak insanoğlu yeryüzünde fiziksel odaklama noktaları bulunan semavi güçlerle işbirlik yapabilir ve sağlık, güç ve bilgide çok şey kazanabilir.

Her ülkede bir Beyin ve Kalp merkezi vardır, yoksa Ruhsal merkezi mi desek? Bunların da başka ülkelerin benzeri merkezleri ile bağları vardır. Bu bağlar arasında bazen ilginç şekiller ortaya çıkarır. Beyin merkezini tespit etmek kolaydır, çünkü bu doğal olarak o ülkenin başkentidir. Ama kalp veya ruhsal merkez daha belirsizdir ve sadece nispeten bir azınlık tarafından bilinir. Bir ülkede beden de olduğu kadar fazla merkez olması da mümkündür, zira bir ülkenin belirli bir yaşamı ve ruhu vardır.

Sırf dini açıdan ele alınacak bir örnek vereyim: İngiltere'nin büyük katedralları [büyük baş kiliseleri] Durham, Chester, Lincoln, Wells, Winchester ve Canterbury aralarında bir çift üçgen, heksagram [altı köşeli yıldız] oluşturmaktadır. Ama bu merkezler çok eskidir ve Hıristiyan öncesi dönemlerde pagan mabetlerin yerleriydi. Bunların etkilerini yeniden ulaşmak için eski isimlerini veya bu isimlerin anlamını çıkarmak gerekir. Böyle farklı merkezler temelde aynı etkiyi yayamaz, ancak olası olarak sadece Hıristiyan etkilere açık olup bu seviyeden daha derine inemeyenler sadece bu belirli titreşimle temas kurabilir.

Mineral ve metal alemi, dünyanın en eski ve en yoğunudur ve muhakkak ki birçok sır saklamalıdır. Eğer bunların bilinciyle temas kurabilirsek insanlığa büyük yarar getirebilir.

Kadim Druidlerin gezegensel ve fiziksel madde arasındaki bağlantıyı bildikleri taş çemberlerinden bellidir. İngiltere'nin güneyinde Silbury Hill tepesini dünya olarak ele aldığımızda gezegenlerin yörüngeleri doğru olarak saptadıklarını görürüz. Venüs'ün yörüngesi Wintbourne Basset'teki taşlarlardan oluşan çember olup, Güneş ve Ay tapınakları tepenin tam kuzeyindedir ve güneşin yörüngesi çevrelemektedir. Mars'ın yörüngesi Marsden'dedir; Merkür'ün yörüngesi Walken Hill tepesindedir; Jüpiter'in ki de Casterly Camp'te ve Satürn'ün ki de Stonhenge'dedir. Ayrıca İrlanda'nın yedi kilisesi; Stowting, Kent'teki beş kilise (gelenekler iki ek merkezden söz eder) ve daha birçok vardır. Bunların hepsi eski pagan mabetleriydi.

San Augustine 597 yıllında Papa Gregory'e yazıp çok sayıda pagan tapınaklar konusunda ne yapılması gerektiğini sorduğunda, aldığı yanıt şöyleydi: "Mümkünse bunları kullanmak gerekir, çünkü insanlar alıştığı yerlere daha sık gelirler."

İngiltere Birleşik Krallığın her tarafında böyle yerler vardır, çünkü Drüidler hiçbir şeyi bilgisiz inşa etmezler ve Lewis Spence'in eseri "İngiltere Gizemleri" ("Mysteries of Britain) eserinde kanıtları verilen Druidlerin kadim bilgeliğini tekrar ortaya çıkarmak için gayret sarf edileceğini umarız.

Geçmiş, Şimdi ve Geleceğin sırları açıklanmaya beklediği dünya bilinçaltısı ile kontak kurabilmenin yöntemlerinin bulunduklarına ikna edilmiş bulunuyorum. Druidlerin eğitimleri uzun ve zor olduğu kesindir, zira hem bir inisiye, hem de inisiyatör olan bir öğretmenle çalışma şansına sahip herhangi biri, düzenli bir çalışmanın insanın potansiyel güçlerini ortaya çıkaracağını çok iyi bilmektedir. Ancak eminim ki sadece öğretmen değil, aynı zamanda zaman ve mekanı da hesaba alınmaktaydı.

Bu harika dünyanın sanki bir parçası değil, ayrı birer yaratıkmışız gibi davranmaktayız. Oysa biz dünyayız ve içimizde her parçasını taşımaktayız, dolayısıyla onunla ilgili her şey tarafından etkilenmemiz gerekir. Taş ve metal kütlelerinin manyetik özellikleri, hayvan ve bitkilerin yaşam güçleri, hepsinin rolleri vardır, ama aklımızın bize yardımcı olmasını sağlayabilir miyiz? Beklentilerimizin ötesinde sonuçlar elde edebileceğimiz konusunda eminim.

Eski majisyenler, Druidler ve sonradan Gül Haçlılar gibi başkalarıyla işbirlik yaparak güçlü topluluklar kurmadıkları sürece, yalnız çalışmaları gerekirdi, çünkü az çok toplumdışı olarak görülürlerdi.

Modern majisyenler uzmanlaşmıştır, örneğin teknisyenler, doktorlar ve çeşitli bilim adamları. Bütün bunlar eğitimli okültistlerdir ve Üstatlık yolunda çok iyi ilerlemişlerdir. Bir bütünün parçaları konusunda çok etkin ve iyi eğitilmiş uzmanlardır. Bir araya getirildiğinde yaşadığımız dünya hakkında bilgi ediniriz, çünkü onlar sıradan insanın ötesinde bir şuur genişliğine ulaşmıştır ve eğitimleri kadim hemcinsleri kadar zor veya daha zor olmuştur.

"başka bir sürünün koyunlarım da vardır" Juhana X. 16.

Bize benzemeyen birçok varlığın mekan ettiği dünyamız ile kesişen görünmeyen birbirinden ve insandan habersiz birçok varlık planı vardır. Bunun nedeni onların değişik titreşimlerine dayanır. Çok kaba bir örnek vereceğim, bir elektrik vantilatör pervanesi yavaş döndüğünde açıkça görülür, ama hızı artıkça sadece bir bulanıklık görülür.

Bu örnek sadece görme olarak bir duyu için geçerlidir, ama diğer duyulara da uzatsak ve yoğunlaştırsak birkaç yaşam türünün aynı yerde birbirinden habersiz mekan edebileceğini anlayabiliriz.

Bu aynı zamanda değişik insanların aynı yerde nasıl değişik deneyimler yaşayabileceğini ve psikometride değişik sonuçlar alabileceğini göstermektedir.

Hepimizin kendimize has titreşimleri vardır, dolaysıyla her birimiz temel titreşimlerden biriyle rabıtada olmamız gerekir. Belki de günün birinde ve o gün fazla uzak olmayabilir, titreşimlerimizi istediğimiz yaşam titreşimine değiştirebiliriz. Böyle bir şeyin gelecekte mümkün olabileceği Profesör Low tarafından yazılan bir makalede ima edilmiştir. Telepati konusunda yazdığı bu makalede: " Düşünce elektrik bir olgudur ve aynen onun gibi aktarma yapabilmelidir: böyle bir aktarmayı gerçekleştirmemiz belki yüzyıllar sürer ama olacağı kesindir.

Dolayısıyla gelecekte bütün duyumuzla şimdiye dek bilinmeyen bu görünmez alemlerin sakinlerinin bilincine varabiliriz.

İnsanın bu yerlerde üretilen enerji kaynaklara çekilen tek varlık türleri olmaları pek olası değildir. Başka varlıklar aynı sebeplerden dolayı buraya gelebilirler.

Dünyamızda "Doğu" terminolojide "Tatwas" denilen farklı sürelerde birçok gelgit devreleri vardır, bunlar binlerce yıl ve birkaç dakika arasında farklı farklı sürelere dağılırlar. Büyük olanları sadece geçmişe bakıp uygarlıkların yükseliş ve düşüşleri ve yeryüzündeki büyük değişikliklere baktığımızda görürüz. Bunlar bir veya birkaç Kuzey yıldız topluluğun idaresi altındadır, ama birçok daha ufak gelgit de vardır. Bunlara bazı merkezlerimizin kullanılmama durumuna geçişi ve diğerlerinin tekrar açılışına addederiz. Geçmiş yüzyıl içerisinde birçok tanrıları ve inançları ile birçok gömülü şehir ve birçok büyük uygarlık gün ışığına çıkmıştır.

Ne zaman bir yere dualar ve yoğunlaşmış arzular yönlendirilmişse orada güç toplayan bir elektrik girdap oluşur ve bu bir süre için insanlar tarafından hissedilen ve kullanılabilen somut bir bedendir. Bu güç bedenleri etrafında tapınaklar, mabetler ve daha sonra kiliseler inşa edilir. Bunlar her bir planda odaklanmış kozmik rahmeti toplayan kaselerdir.

Bu konularda çok az öğretiler mevcuttur ve daha az bilenen ve daha ilkel olan psişik merkezler konusunda biraz söz etmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Böyle bir tehlike olduğu Druidler ve Romalılar tarafından bilinmekteydi, çünkü onlar ormandaki elemental doğa varlıklara adaklar veriyor ve sunaklar inşa ediyorlardı ve bu bir gönlünü alma ve teskin etme eylemiydi. Çünkü vermediğinde onlar alırdı ve maalesef alacakları şey sizin için vazgeçilmezdir. Bu şey de yaşam gücüdür, çünkü onlar hep insana yaklaşmaya, onlarla iç içe olmayı ve onun Tanrı payını almaya eğilimlidirler, zira denilir ki bu varlıkların ölümsüzlük için tek şansı burada yatar.
Devamını Oku »

GİZLİ BİLİMLERİN ALTERNATİF TARİHİ ÜZERİNE ÇALIŞMALARIN ANALİZİ




Gizli Bilimlerin Alternatif Tarihi Üzerine Çalışmaların Analizi
Göktuğ Halis/strong

Gizli Bilimler konusundaki her eğilim, ilk adımda, öznenin ruhuna kaçınılmaz bir kuşkuculuk pompalar. Bu ise zeminin kayganlığından dolayı böyleymiş gibi gelir. Oysaki Umberto Eco'dan hareketle söylenebilir ki bu durum, daha çok bireyin hiç eksilmeyen "şakacı bir tanrı" sıfatına hazırlıksız özeninden kaynaklanır.

Bireyin bu alanda, hiçbir disiplinde olmadığı kadar kolay, zahmetsiz, emek vermeden sürecin içine katılması mümkünmüş gibi gözükür. Herhangi bir disipline dışarıdan bir bireyin sınırlı katılımı, bu alanda yerini olabildiğine özgür ve geniş hareket imkânına bırakır. Araştırmacı ya da okuyucu, birden, Nietzsche'yi aslında Schopenhauer ve eski dostu Wagner'in delirttiği ya da İsa ile Yahya'nın kardeş olduğu iddialarıyla karşılaşabilir.

Konu bu noktada bilimsel bir makalenin kaçınılmaz dayanağı olan "verinin kaynağını" belirtme aşamasına geldiğinde ise, üstü örtülü bir geleneğin tipik jargonu büyük bir ustalıkla soluk alıp verir. "Bu büyük bir sır" ya da İncil'den alıntı yapılarak "Domuzların önüne inci atamam, üzgünüm" ifadeleriyle karşılaşılır.

Öbür taraftan biraz şanslıysanız ve konuya hâlâ bilimsel yaklaşmaya çalışan inatçı bir karakteriniz varsa, araştırır ve sürekli olarak "birbirlerini" kaynak gösteren çok ama çok zengin bir döngünün içinde bulursunuz kendinizi. Ama son noktada iş daima, bir yönüyle uydurma olarak nitelenebilecek, söylencelere ya da kısmi öznelliklere varır.

Türk okurunun gizli bilimlerin tarihine ilişkin çalışmalarla tanışması gerçekten çok ani oldu. Elbette belli yönleriyle hiç eksilmeyen bir ilgi her zaman mevcuttu [büyü, yıldız falları, kehanetler vb.]. Post-modernizm eleştirisini biçimleyen makalelerde, geleneksel kültürün verilerine dönüş ve Bauman'ın altını çizdiği ölçüde, yalnızlaşan bireyin gerçek ile hayal arasındaki çizgiyi silikleştiren sayıltılarına bir cümle de olsa değinmek yarar getirecektir... Ancak bir bütün olarak, "gizli bilimlerin alternatif tarihinin" potansiyelini gözler önüne seren yapıtların yine de çok çabuk kabul gördüğü söylenebilir. E. Candan ve A. Vatandaş'ın çok kısa sürede birçok baskı yapan kitapları bu savı doğrular niteliktedir.

Konu, bütünsel zenginliği bir tarafa, kendi içindeki "dalları" itibariyle de geniş uzmanlık kütüphaneleri oluşturacak kadar yüce olunca, toplumdan kopmuş entelektüel çabanın başat faaliyet alanlarından birisi haline gelmekte gecikmedi. Örneğin siyasetin en yukarısındakilerce telaffuz edilince, Tapınak Şövalyeleri'ne yönelmiş bir çılgınlık başladı. Şövalyeler kısır fanatiklikleri içinde radikal dini gruplarca da ele alındı ve bu tipler insanüstü çabalarıyla, kendi yargılarını geniş kitlelere benimsetmeyi yine başardılar. Ucuza getirilmiş belgesel promosyonları oluşturup, Tapınak Şövalyeleri'ni gizemli kökenlerinden çok, mafyavari suç ve talan örgütleri olarak biçimlediler. Birinci el kaynakların, Tapınak Şövalyeleri'ne düşman Hıristiyan kökeni düşünülünce bu hiç zor olmadıysa da, konu hakkındaki kitapların tüketilmesinde belli bir düzensizlik her zaman hâkim kaldı. Bülent Bengisu'nun Nesil Yayınları'ndan çıkmış Tapınak Şövalyeleri kitabı, adı geçen iki yapıt kadar önemsenmedi...

Bunda Bengisu'nun çalışmasının siyasi bir gündemi yakalamak kaygısıyla biraz aceleyle oluşturulmuş olmasının etkisi de hesaba katılmalıydı. Haçlı seferleri ve karşısında gelişen Müslüman direnişini, Selahaddin Eyyübi ve çok tartışılan bir konu olarak Haşhaşinleri, özelinde de Tapınak Şövalyeleri'ni ele aldığı yapıtında, herhangi bir araştırmacının kolaylıkla ulaşabileceği bilgilerin bir derlemesini oluşturmaktan öteye geçemedi yazar. Tabii konuyla ilgili tarihi derinliğini ve ilgisinin derecesini bilemediğimiz, dönemin içişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın da okuyucunun ilgisini uyandırdığı belirtilmelidir.

Buna ek olarak Tapınak Şövalyeleriyle ilgili peş peşe kitaplar yayınlanmaya devam etti. Örneğin çok daha önemli ve tarihsel olarak dağılmamış bir yapıt olarak Dost Yayınları'nca piyasaya sürülen Piers Paul Read'in Tapınak Şövalyeleri'nin, neden Ocak 2004'te Nokta Yayınları'ndan çıkan Savaşçı Keşişler Tarikatı kadar ilgi görmediği de, sanırım yayıncılık dünyasının "halkla ilişkiler" girdisiyle anlamlı. Bu arada Dan Brown'un Da Vin-ci'nin Şifresi isimli yapıtının hâlâ en çok okunanlar listesindeki üst sıralardaki konumu da incelemeye değer. Ne olursa olsun Eco'nun Foucault Sarkacı'nı da unutmamak lazım.

Şu gizli bilimler belasını tüm dünya okuruna olduğu gibi, bizim de başımıza saran Umberto Eco'nun dili, kapsayıcı değildi ve roman kurgusuna karşın acımasız ve dışlayıcıydı. İnsanı sarsan bilgi saldırısından, bireyin kendisine saygısını yitirmeden çıkabilmesi için uzun zamana ihtiyacı vardı. Yapıtın Türkçe çevirisine önsöz denemesinde Giovanni Scognamillo, yapıtı üç kez okuduğunu, her defasında da aynı rahatsızlığı hissettiğini bu nedenle dile getirdi.

Kendini savunamayan tarihin yenilgisi

Okültik çalışmaların ana şablonu, statik, kuramsal ve tutarlıdır. Konular belli, alanlar açıktır. Yapılacak tek şey, bu alanın mantığını kavramak, biraz da cesaret bulmaktır. Tarihçinin, resmi tarihin bulgularındaki boşluktaki spekülasyon hakkı, bu alanda tipik bir "ipini koparmışlık" durumu yaratır. Son Hazaryah isimli tarihi romanıyla C. Ülkü, bu tanıma uymasa da, Osmanlı'nın torunları olmakla hâlâ övünen bir neslin aslında Yahudi torunu olduklarını ortaya koyarken, hiç de tarihsel delilden ve adı geçen cesaretten yoksun değildir.Ataol Behramoğlu, Gül İrepoğlu'nun tarihi romanını değerlendirdiği yazısında bu konuya değinir: "Zaten düşsel olan tarihi daha da düşselleştirip belirsizleştirmek, kişilerin ve olayların gerçekliğini alabildiğine ve keyfi olarak değiştirip, yok etmek çok güç olmasa gerek ve bu alanda genellikle yapılan da budur... Çünkü kendini savunma olanağı bulunmayan tarih, yazara bu şansı tanımaktadır..."


Gizli bilimler alanında ise böylesi bir sitemden daha ötelerde bir cüret vardır. Okültizmin yazarları, rasyonel aklın tarihini topyekün çizerler. "Gördükleriniz gerçek değil, anladıklarınız yanlıştır," derler ve gözümüzün önüne bambaşka tarih modeli sunarlar. Tarihçinin görevinin, tarihi aydınlatmak mı, yoksa tarihi inşa etmek mi olduğu sorusu ise zihinleri çok daha güçlü bir şekilde kurcalamaya devam eder.

E. Candan'ın imal edilmiş insan ırkı  fikrinin temeli de vardır bu anlamda. Atlantisli bilgelere dair, açılımında göksel insanların [komik bir adla galaktik ırk'ın] Mısır, Himalaya gibi yerlerde gizlendikleri ve bizim gibi adi maddeden yapılma varlıkların onların sırlarını bulmaya çalışması gibi bir kurgu nasıl değerlendirilir?Platon, Atlantis'i Solon'dan, o da Mısırlı bilgelerden öğrense de, 'Mitler, tarihsel delil midir?' sorusu büyük önem kazanır.

"Elbette," der okültizmin yazarları; "Bakın, Truva'ya yahut Sodom ve Gomorra'ya..." Birden Nuh Tufanı da girince işin içine, doğa olaylarınca birdenbire mahvolan nice uygarlıktan birisi olarak Atlantis sırıtık bakışıyla karşınıza dikilir.

Böylesi bir temelden hareketle insanlık tarihi yeniden biçimlenir. Ama bu kez örneğin, sınıf savaşımıyla değil de, sırları ve tanrısal büyü güçlerini ele geçirmeye çalışan odakların çatışmalarıyla ilerler tarih... Bizim bilimimizin söyleyeceği ne vardır ki? İnsan ırkı, daha üstün bir insan türü tarafından "imal edildi" dedikten sonra, homo-sapiens'i nerede arayacaksınız?

Belki ciddi bir akıl yürütmeyle şu sonuca varabiliriz: Tektanrılı dinlerin ilk insanı Adem'in, dini kitaplardan hareketle oluşturulan yaşı IÖ 10-15 bine gidince, insanlar üzerinde giderek hâkim olmaya başlayan bilimin '60 bin yıl önce de insan vardı', sözü atlanamayacak bir çelişkiydi... Öyleyse ne demeli de bu çelişkinin altından kalkmalı? Birden Adem'in ilk insan değil de bir sembol, yahut ilk imal edilmiş insan olduğu ortaya çıkar... Tek tanrılı dinlerin de, pozitif bilimlerin de dağıldığı andır bu...

Kapı açılınca içeriye giren çok olur. Michael Baigent ve arkadaşlarının, tarihi bir broşürdeki hatadan hareketle derinleştirdiği çalışmalarında, Haçlı Seferleri'nin, daha sonradan Tapınak Şövalyeleri'nin kurucusu olan Aziz Bernard'ın da içinde bulunduğu bir grubun kişisel çıkarlarıyla kışkırtıldığı sonucuyla karşılaşırız." Daha sonra Fransız Ihtilali'nde de göreceğimiz gibi, Haçlı Seferleri de, öyle sosyal boyutun altında gizlenen, bir grubun eylemleriyle ve yeraltı hareketleriyle anlamlı hale gelir.

A. Vatandaş'ın H. Yahya'dan hareketle belirttiği gibi, aslında Tapınak Şövalyeleri'nin amacı da,Müslümanlara karşı Hıristiyan hacılarını korumak değil, Süleyman Tapınağı kalıntılarında kazı yapmaktır. Çok basit tarihsel kayıtlarda dahi Tapınak Şövalyeleri'nin gösterdikleri kahramanlıklara ulaşılabilecekken, salt kendi çıkarları için hareket eden bir şövalye tarikatı hayal etmek ise elbette bambaşka bir anlam taşır. Bülent Bengisu, Eco'dan alıntı yaparak, şövalyelerin yalnızca kendi halkı için değil, Müslümanlar için de saygı uyandıran bir yapıya sahip olduklarını, örneğin bir barış anlaşması için Tapınak Şövalyeleri'nin sözünün yeterli olduğunun söylendiğini aktarır.

Baigent'in ulaştığı deliller doğrultusunda, krallık içinde krallık yaşatan bir grubun ince ve kişisel amaç güden tasarıları ve hatırı sayılır nüfuzuyla tüm Hıristiyan dünyasını kışkırttığı fikrinin bu kadar önemli bir tarihsel olayı sosyo- ekonomik analizlerle açıklamaya çalışan Batı kafası için bir hayli yıpratıcı olduğunu da belirtmek gerek.

Hiçbir şey söylemeyen yapıtların büyüklük iddiaları

Bu konudaki örnekler insanlık tarihinin çok sayıda olayına yansıyabilir ve biz, birden nasıl gizillikler ağı ile kuşatılmış olduğumuz histerisine kapılabiliriz.

Bunun yanında bu keşmekeşe biraz anlam vermek gibi bir kaygınız var ise, kuşku, bir karakter özelliği olarak yanınızdan bir an olsun ayrılmamalıdır. Örneğin, Gizli Sırlar Öğretisi kitabının yazarı Ergun Candan, söz konusu eserin çeşitli yerlerinde ve hem de ısrarla Türkiye'de gençliğin "bilgi edinme" sürecine uzaklığından haklı olarak yakınır. Ancak, 1998'den 2002'ye kadar tam 8 baskı yapan bir kitabın yazarınca söylendiği göz önüne alındığında, bu saptamaların bireyi, 'acaba kâr kaygısından uzak, idealist bir yayıncı tutumu olmaktan öte bir anlamı olabilir mi?' diye sormaya yönelten bir ruh haline soktuğu da itiraf edilebilir.

Birçok okuyucu, sorgusuz sualsiz dahil olduğu ve bu dahil oluşu, benmerkezci bir övüncün gözleri bağlayan coşkusuyla yorumlayamadığı süreci, sorgulama adına ciddi engeller ortaya çıkmış demektir. Kuşku... Herşeyden kuşkulanmazsanız, bu yapıtları anlamanız, doğru değerlendirmeniz mümkün değildir. Bir göstergebilimci olarak Eco'nun, herşeyin herşeyle bağlantısını kurmasının altında bu yatmaktadır. Herşey herşeyle bağlantılıdır da, bu bağlantılar, nesnel değildir. Sorun da burada başlar. Öyleyse bu bağlantıyı kuracak olan, araştırmacıdır. Eco'nun, yıkıma sürüklenen kahramanları, gerçek bağlantıları kurdukları için değil, bağlantıyı kurduklarını düşündükleri ve bu bağlantıları kimsenin yanlışlığını ispat edemeyeceği alanlara dek ilerlettikleri için yok olmuşlardır. Sır yoktur; sır, vardır ve biliyorum diyendedir. O andan itibaren sır avcılarının hedefi, doğadan, sırrı bildiğini söyleyen özneye kaymakta bir sakınca görmez. Eco'nun yapıtı doğru çözümlendiğinde açıktır, bırakın onu. Ama örneğin, Dan Brown'un asıl amacının Arthur hikâyelerinden esinlenen kâse anlayışına yönelmiş ilgiyi dağıtmak ve "Kâse diye bir şey yok, kâse Magdalena idi" demek olmadığını kim iddia edebilir?

Kastedilen keyfilik aslında, araştırmacı için zorunludur ve konunun gereğidir ki, bu da içsel bir tutum olarak zamanla gelişir. Yine de zaman zaman acemice çıkışlar yapılabilir. Kuşkusuz H. Yahya'nın kaynağı dışarıdandır, yine de gotik sanatın ana unsurlarının, Süleyman Tapınağı'nda zaten hazır bulunduğunu ve Tapınak Şövalyeleri'nin yaptıkları kazı sırasında bu belgeleri bularak Avrupa'ya getirdiklerini söylemek bir hayli acemicedir. A. Vatandaş da keşke, bu konuyu ele alırken, H. Yahya'ya değil de, herhangi bir ansiklopedinin gotik mimari maddesine ya da sokaktan geçen bir sanat tarihi bölümü öğrencisine danışsaydı. En azından "Gotik Mimari"nin gökten düşmediği bilgisine sahip olurdu.

Bireyin evren karşısındaki güçsüzlüğünün ve özgürlüğünü sağlayacak bilgi eksikliğinin farkındalığına dayanan kuşkuculuk, bu aşamada müthiş bir yapı kurmuş gibidir. Kimse kısmen Sofistlerle başlayan bir düşünsel eğilimin bu noktalara varacağını hesap edemezdi. Bugün materyalist tarihin, arkeoloji ve antropolojinin, ortodoks dinin verilerinin üzerinde ve onları kısmen değersiz sayan, ciddi bir alternatif tarih anlayışı durmaktadır ve tüm bu disiplinlerin verilerini harmanlayıp bambaşka ama en az diğerleri kadar iddialı bir yapı oluşturmuştur. Bu, gizli bilimlerin tarih anlayışıdır.

Ancak gizli bilimler alanındaki bir faaliyetin sakıncaları, içine şöyle ya da böyle dahil oluşunuzun kolaylığını ve oynadığınız "Tanrıcılık" oyununun keyfini burnunuzdan getirecek niteliktedir. Neden mi?

Bu sorunun yanıtı, konuyla ilgili uzmanların "ortaya koydukları verilerin" sürekli tekrarlanmasından çok öte, son tahlilde hiçbir şey söylememiş olmasıdır. Ana şablonun belli başlı noktalarındaki bilgi aktarımları yerine getirilir de, derinlere dalınamaz. Bu imkânsızdır. Çizgi asla aşılamaz. Bu bir ironidir aslında, şayet siz, gizli bilimler jargonunda sıkça kullanılan bir sıfatla " sır avcısı değilseniz" kozmik bir topluluğun üyesi olarak "sır"lan korumayı zaten çok iyi bilirsiniz. Kitap yazmanızın nedeni de kendi içinde anlamlıdır. Ama bu yapıtlar, ya sırları açığa çıkartmayan sembolik bir dille kendini anlayabileceklere bir mesaj niteliği taşıyordur, ya da şu an aklınızdan bile geçmeyen bir kaygı taşıyordur. Öte taraftan bir sır avcısı iseniz, zaten söyleyebileceklerinizin sınırı zamanla sizin de midenizi bulandırır. Örneğin, herkes Hermes tapınağında bir mürid adayının geçtiği sınavlardan haberlidir de, tüm bu işlerin sonunda yeterli olgunluğa erişen bireye aktarılan sırrı açıklayamaz. Önemli olan şudur ki, asla bir gizli bilim çalışması bir diğerinden farklı değildir. Derecelendirilmiş, tasarlanmış bir bilgi yoğunluğunun arkasına saklanılır. Öte taraftan asla sırlara bu yolla ulaşılamaz. Konu kendi içinde korumacıdır.

Bu açıklamalardan sonra, Isaac Glaad'ın E Yayınları'ndan çıkan İsa'nın El Yazmaları isimli romanının son bölümünde İsa'nın ağzından yazılmış metinler de ne oluyor o halde diye sorulabilir. Akla ilk gelen ve en mantıklı açıklama spekülasyondur kuşkusuz. Ölü-deniz'de bulunan yazıtlar üzerine Vatikan'ın yazıtlarda ne yazdığı açıklamalarının dönemsel çelişkisi ve el altından oradan oraya sürülen belli bölümlerin şantaja da varan keşmekeşinde, ortalık yine tahmin edilebileceği gibi toza dumana boğulmuştur. O kadar çok şey söylenmiştir ki, doğrunun ne olduğu asla bilinemez ve böyle bir ortamda edebi kurgu, gerçeğe de uzanan gizemsel kanadıyla, önemli ticari başarı sağlayabilir. Ne olursa olsun, İsa'nın düşüncelerini birinci elden açıklayan yazıtlar heyecan vericidir.

Toparlarsak, görünenin aksine bu zorluklar sıradan okuyucu için hissedilir değildir. Kimbilir hangi sır, hangi sayfada karşımıza çıkacak umuduyla arşınlanan yapıtlar bittiğinde, hayal kırıklığı bile yaşanmaz ama, bir bilgi edinimi olarak bile anlaşılamayacak bir yoğunluk geçip gitmiştir nihayetinde. Herhangi bir türde olmadığı kadar, büyük bir hayal kırıklığı bekler kapınızda.

Ortak kökenden alınan güç

Candan'a göre tüm insanlık ortak bir kökten gelmektedir. Bu, dinsel ve okültik metinlerde de sıklıkla tekrarlanan bir oluşumdur. Yazar, görünürdeki farklılığın tarihte birtakım gizli olaylardan kaynaklanan bir yanılgı olduğu düşüncesindedir. Tüm insanlık ortak bir kaderi paylaşmakta ve kaçınılmazcasına kaybettiği itibarını kazanacağı mekânlara doğru ilerlemektedir. Bu konuyla ilgili bir şekil kitabın çeşitli yerlerinde verilir. Burada okültizmce tarihe yüklenen erek ile tanışmış oluruz: Henüz neden olduğu okuyucu için açık olmamakla ve saltık olarak ortak köken vurgulanmakla birlikte, bu kutsal kökenin tüm coğrafyalardaki farklı uygulamalarca paylaşıldığı, insanın temel vurgusunun içindeki gerçeğe ulaşmak olduğu sezilir. 62. sayfada bu durum bir örnekle açıklanır.

"Tanrı'nın yanından kovulan insan" teması, kuşkusuz birçok dini metinle birlikte, okültizmin tarihine de büyük katkı yapar. Hepimizin bildiği bu hikâye çekicidir. Şeytana inanan insanoğlu, sonunda Tanrı katından kovulacağı bir ceza işler. Hikâyenin özneleri bellidir belli olmasına ama, öylesine farklı yorumlanır ki, üzerinde büyük tartışmalar dönmeye başlar. Bu tartışma ise bilgimiz temelinde yükseldiğinden ilgimiz kaybolmaz.

Esas itibariyle, kaynağın sözel geleneği ve gizli bilimlerin sembolizm girdisi, araştırmacıları hep yan anlamlara yöneltir. Örneğin Moon cemaatinin lideri, insanın böylesine kötü olmasının nedenini Havva ile cinsel ilişkiye giren şeytanın çocukları olmamıza bağlar. Gerald Messadie'nin kadim dinlerde şeytanı arayan bilimsel çalışmasında kurduğu bağlantı, böylece Vatandaş'ın yapıtında somutlanır. "Mezopotamya, bireyi ezmek için ve daha kötüsü birey kendi ezilişini doğrulasın diye günahı keşfetti ve İran bireyi korkutmak için Şeytan'ı icat etti." Tarih ona nereden bakarsanız bakın, sizi doğrulayacak bir yığın veri içerdiğinden, doğru olarak kabul edilenin, büyük bir bütünün önemsiz bir parçası olduğuyla ilgilenmek gerçekten zordur. Dışlamak ise gerçekten çok kolaydır.Kendi içinde mantıklıdır.

Öcülleri vardır. Ama bilimselliğin tartışmalı doğası diyalogunu gereksiz yere kışkırtmamak için, dikkate değer bir teori için, bu kadarı yeterli değildir. Aynı durum, örneğin Dan Brown'un yapıtında da söz konusudur. Kutsal Kâse'nin ne'liği ve nerede'liği ile ilgili alabildiğine geniş yorumlar içerisinden bir tanesini, kâse'nin Magdalena'nın döl yatağı olduğu yorumunu seçen [seçmek sözcüğü bilinçli olarak kullanılmıştır] Dan Brown, buna bir de, Da Vinci'nin zaten bilindik gizemli kimliğini de ekleyerek kurgusunu oluşturur. Okültizm alanındaki keyfiliğe burada bir kez daha rastlasak da, bundan daha önce Da Vinci'nin Şifresi yapıtının, sıradan insanı nasıl böylesi ağır konulara kolaylıkla dahil ettiği sonuç açısından düşünülmelidir. Gizli bilgilere ulaşmak, düşüncesi itibarıyla bile güzeldir. Cezbedicidir. Buna herkes kolaylıkla kanar. Yeter ki Eco'nunki gibi densizce, zor bir dille yazılmasın.

Gizli bilimlerin göksel değil materyalist kökeni olarak, Mu ve Atlantis uygarlıklarıyla her yerde karşılaşırız. Mu ve Atlantis uygarlıkları ve zamanla insanların "Tanrı ve şeytan" taraflarının keskinleşmesiyle ortaya çıkan bir savaş sonrası dağılması söylencesi de, tipik olarak E. Candan'ın temel verisini oluşturur. Candan'a göre, iyi ve kötü olarak ikiye bölünen dünyada artık tanrısal bilgilerin aktarımında kesin bir kontrolün gerektiği ortaya konulur. Bu, sembolizmi doğurur. Yazara göre artık bilgiler herkese açık değildir. Bu kapalılık, gizli bilimler tarihinin kutsal soluğudur ve bilgiye ulaşmak için gizli okullar geleneği başlar. Çünkü insanlar Tanrı'nın bahşettiği cennet gibi bir yerde tanrısal bilgilerden yararlanacakları büyük bir savaş çıkarmışlardır. Bilgiye ulaşmak isteyen birey artık, bozulmuş kimyasının tamiri için, alışacak ve inisiye edilecektir. Bundan böyle artık yeni bilgiler insana saflaşma sonrasında açılacaktır. Bu arada yavaş yavaş bizim tarihimize geçiş başlar. Batan şehirden tufan uyarısını umursayarak kaçan bilgelerden ikisi de Osiris ve Thot'tur.

Gerçekten de tarihte görünen olayların arkasında birçok neden yatar. Pozitivizmin çoktan çürüyen neden-sonuç ilkesinin sığ duruşunun yerine, çoksal neden ve değişebilir sonuç ilkesine tarihçinin ideolojik yaklaşımı da eklendiğinde ortaya çıkan yoğunluk kontrol edilebilir olmaktan uzaklaşır okültizmde. Örneğin Hallac-ı Mansur'un siyasi nedenlerle öldürüldüğünü de, dinsel nedenlerle öldürüldüğünü de düşünebilirsiniz. İkisi için de veri vardır. Çünkü ortada bir olay ve tarihsel kayıtlar vardır. Ama Mansur'un öldürülüş nedeninin "insanlara sırları gerektiği zamandan önce açıklaması olduğunu söylemek" yalnızca kişisel kanaattir.

Sonuç

Foucault'nun aydınlanma ile birlikte insanın bilginin çok küçük bir kısmına hapsolduğu saptamasına katılmak başka, görünenin arkasındaki gizil akışı mistik bir bakışla yorumlamak ve bu fikrin sorgu bilmez militanı olmak başka bir şeydir. Bugün artık tüm ağırlığına rağmen popüler olmaya başlayan okültizm, olur olmaz yerlerde karşımıza masonların hangi önemli koltuğu etkileyerek dünyayı kontrol ettiklerinden, uzaylıların neden belli kişilere göründüklerine kadar bir yığın konuda etkin ve güçlü sesler çıkartabilmektedir. Buna göre eski tartışma yeniden canlanır. Bilgi, hiç de pozitif bilimlere hapsolmuş değildir ve hatta çok daha avantajlı alanlar vardır. Bilim adamının kemikleşmiş bakış açısı gözünün önünden akandan fazlasını göremezken, gizli bilimcilerin maddeyi özüne dek süzen görüsünün kutsanmasıdır bu.
Devamını Oku »

AGHARTA ve OKÜLT BİLGİLER




Agharta ve Okült Bilgiler

Bogdolar, yani kutsal kişiler, bize birkaç kez, Yeraltı Krallığı'nın gizeminin, Shensi'nin 7 Piramidi'nin açıldığı zaman çözüleceğini söylemişlerdi. Mısır'daki piramitleri duymuştuk ama, ASYA'daki Piramitter ise daha başka bir şeydi. Bu piramitler, Shensi eyaletinin başkenti Sionfu'nun batısında yer alıyordu.

R. C. Anderson

Raymond Bernard, «Tuhaflık ile Karşılaşmalar> (Rencontresavec l'insolite) adlı kitabında sunlan söylemektedir;

«Dünya'nın Okült Yönetimi'nin varlığını, tradisyonlar, her zaman için doğrulamışlardır. Bu Yönetim'e çağlar boyunca pek çok ad verilmis ve ikamet yeri olarak da bir çok deiğişik mekan gösterilmiştir.
«Ancak, açıkça beyan ediyorum ki, otuz yıl kadar bir zamandır. Artık bu atfetmelerin [yani isim, mekan. vb.] hiçbiri geçerli değildir. Ayrıca, ( Dünya'nın Okült Yönetimi) artık Gobi Çölü'nde bulunmamaktadır. Modern dünyanın şartları her bakımdan gözönünde bulundurulmuştur. Ve yavaş bir gelişme içinde yeni şartlara sürekli. Bir uyarlama yoluyla bu hep böyle olmuştur:»
Raymond Bernard'a göre, Saint-Yves'in, «Hint Misyonu» (Mission de l'Inde) adlı eserinde. Dünya'nın Kralı'nın krallığı olan ve ozamana dek işitilmemiş olan Agartha yeraltı krallığının varlığını açıkladığı dönemden bu yana birçok şey son derece değişmişti:

«( Saint-Yves d'Alveydre, eserini yazdığı zamanki Agartha'nın durumu ile Agartha'nın şu anki yapısı vefaaliyetlerine ilişkin, Agartha'nın üzerindeki perdenin sadece bir köşesini kaldırdı . Aynı şekilde, diğer emin kaynaklardan, bu Dünya'nınyönetimi'nin meka­nının bu dönemde Gobi Çölü'nde bulunduğu  öğreniliyordu.»

Son yüzyılın Alman mistiği Anne-Catherine Emmerich, vizyonlarından birinde, Orta Asya'da, Peygamberler Dağı adını verdiği Dünya'nın Kralı’nın erişilmez mekanını görmüştü.
Saint-Yves d'Alveydre'e göre esrarengiz : Agartha Krallığı'nın, Sanskrit dilinde «Tanrı'nın Zihni'n de ruhların dayanağı (desteği)» anlamına gelen Brahatma ya da Brahmatmü adında bir hükümdar vardır. Marlti Saint-Yves d' Alveydre, Dünya'nın Kralı'ndan sahsen bir mektup aldığını da açıklamıştır.
Saint-Yves'e göre, Dünya'nın Kralı'nın iki yardımcısı bulunuyordu: Biri «Evrensel Can temsilcisi», diğeri «Kozmos'un tüm maddi organizasyonunun timsali> idi.

Saint- Yves d'Alveydre'in tanıklığına, Moğolistan'da Ferdinand Ossendowski'nin tanıklığına ve diğer tanıklıklara göre, bu esrarengiz ve Dünya'nın Kralı gerçekliği kesin bir hakikattir.
Ossendowski'ye ve tuhaf serüvenci Trebitsch Lancoln'a göre, Dünya'nın Kralı Tanrısal niteliğe sahip bir insan olup, beşeriyetin mukadderatının eksiksizce yerine gelmesini gözetmekteydi.

Trebitsch-Liricoln, 1937 Ekimi'nde yayımlanan bir broşürde şu açıklamayı yapmaktan çekinmiyordu;
«Tibet'te yaşamakta olan Dünya'nın Kralı,  yakında sizi kokuşmuş Batılılar'a karşı varlığı henüz sizin için meçhul olan kudret  ve kuvvetlerini harekete geçirecektir ve onlara karşı çaresiz olacaksınız.»
Rene Guenon'un, «Dünya'nın Kralı» (LeRoi du Monde ) adlı eserinde [Dünya'nın Kralı ile ilgili ] birçok şeyi daha ayrıntılı bir şekilde gördüğü bir gerçektir. Bolşevik devriminden sonra Sibirya'yı ( orada maden araştırması yapmaktaydı ) terk eden Polonyalı jeolog Ferdinand Ossendowski; çok yüksek mevkiiden bir moğol lamanın ağzından, Saint-Yves d' Alveydre’in açıklamalarını tamamen doğrulamakta olan ifşaatlar elde etti. [F. Ossendowski'nin tasvir ettiği]Dünya'nın Kralı, Ossendowski'nin« Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar» (Betes, Hommes et Dieux) adlı kitabında yazmış olduğu gibi, beşeriyetin okült idaresi ile temas halinde idi.

[Beşeriyet içindeki] çatışmalar, kanlı çarpışmalar manzarası her ne kadar karşıt fikirlerin mevcudiyetinin bir sonucu gibi gözüküyorsa da; tarihin yönleri işi ve oluşumu, metodlu üstün bir planın yansıması mıydı?

Agartha hükümdarı olan ünlü «Dünya'nın Kralı» kavramına gelince, dünyanın gizli mukadderatının efendisi bir mit veya bir doğaüstü varlık olmayıp, tamamiyle et ve kemikten bir şahıs sözkonusudur .
Dünya'nın Kralı'nın bir çok defa Orta Asya'da; Hint'te ve Tayland'da ortaya çıktığını belirten birsürü kesin tanıklık mevcuttur. Dünya'nın Kralı, bu görünmelerde, beyaz bir fil ya da lekesiz biratın üstünde idi ve üzerinde kuzu olan altın elma sembolik motim asası ile halkı takdis ediyordu.

Hatta, bu görünmelerden biri 1938'de, ingiltere kralı VI. George'un Hint imparatoru olarak yapılan taç giyme töreninde, Delhi'de yer alacaktı; Dünyanın Kralı, Hint hükümdarları (racalar ve Mahatacalat) kortejine şahsen katılmış ki bu Hint hükümdarları Britanyalı efendilerine bağlılık yemini etmek için gelmişlerdi - fakat boyun eğme seremonillerinden hiç birine katılmamıştı .

Büyük Fransız bayan seyyah Simone de Villermont Orada bulunuyordu ve olayın tanığı olarak,bunu, 1957'­de Paris'te «Natya İnisiyatik Merkezi» adına verilen bir konteransta açıklamıştı.
Kendisinin Kont Saint-Germain olduğunu ileri süren ve adı 1972'de altına dönüşüm hususunda Paris günlüğüne konu olan Richard Chanfrey, ki bu dönüşüm kendi gayretiyle O.R.T.F.'nin (Organisation de Radio et Television Française) kameraları önünde yapılmıştı Agartha'yı (-daha önce Saint-Yves d'Alveydre'in yapmış olduğu gibi-) yerin derinliklerine yerleştiriyordu.

Pascal Seuran'a şu açıklamaları yapmıştır': . «Agartha der.. Saint-Germain, yeraltı dünyasıdır. Zira yer oyuktur.Büyük Efendiler için, Agartha, Hermes'in 22 arkanı  ve kutsal alfabenin 22 harfi arasında mistik sıfır'ı temsil eder. Mistik Sıfır, bulunmazdır, o herşey ya da hiçbir şeydir: Her uyumsal (armonik) ünite onsuz hiçbirşeydir.

((Agartha'nın ilk sahalığı yerin 2400 m. altındadır. [Sahanlığın giriş] açıklığı, insanlardan başka, hayvanların ve aynı zamanda Yer üstündeki çeşitli üslerden gelen aygıtların da geçebileceği büyüklüktedir. Volkanik menşeli doğal kanallar Yer'in kalbine inmektedir.
({Agartha'nın ilk salonu 800 m. uzunluğunda, 420 m. genişliğinde ve 110 m. yüksekliğindedir. Bu, [içi] oyuk bir piramittir.

«Bu salondan, kanallar yeraltı alemine doğru dalıp giderlerse de, Agartha sakinlerinin bir çoğu oralara asla gitmezler. Oralarda yaşayamazlar, zira oradaki atmosfer onlar için yapılmamıştır. Orada müthiş bir sıcaklık hüküm sürer. Yer'in merkezindekilere gelince, onlar, Saint-Germain gibi, Atlantlar'ın doğru yolunu izleyen inisiyelerdir. Çoğu oradan çıkmazlar. Bunu yapabilme yetkisinde olan nadir kişiler ise, yolculuklarını, şartlandırılmış uçan dairelerle yaparlarki, bu uçan daireler onların yolculuk boyunca yersel atmosfere dayanmalarını sağlar.Üs’se ulaştıklarında, dünyaya intibak edebilir ve görünüşte tüm insanlar gibi yaşayabilirler.

Ricnard Chanfrey, muhtelif ve bilhassa Chatres daki) katedrallerin labirent yollarında bulunan olağan ­üstü sihirli sırrı şöyle açıklıyor:

«Bütün mesaj veren katedrallerde labirent mevcuttur .. Labirent ruhun ve yasamın zikzaklarını temsil eder. Dairesel olarak değil: doğru hat olarak düşünülmelidir..
«Eğer o bir kağıt üzerine açılıp sergilenebilse ve düz çizgiler halinde resmedilerek gösterilebilseydi, tam olarak titreşim dalgasının grafiğini temsil ederdi.
Bu hat, antigravitasyonu ve antitmaddeyi açıklayacaktı.  Kuşkusuz, katedrallerde [bunun] daireden başka bir şekil olması mümkün değildir.

«Labirentin verdiği [anahtar], "ağırlıksızlığın anahtarıdır. Labirent, onu sadece açıldığı zaman verir. Onun nasıl açıldığını inisiyeler -ki onlardan biri de benim­ haricinde kimse bilmez ve asla, bilmeyecektir de.

Eğer labirent, doğru hat haline konabilseydi,o zaman Altın Çağ olurdu.
G. H. Williamson'a göre, Dünya'nın Kralı tufandan öncekilerin hayatta olan sonuncusu olmalıydı:

( ... )And Dağları'nın bu sitesinde Büyük Efendi yaşamaktadır. O, qezegenimizde devlerin dolaştıkları devirlerde yeryüzünde yaşayan o eski büyük insanlardan hayatta kalmış biridir. 144 kişi onun yönetiminde çalışmaktadır ve onlardan bazıları bir zamanlar bu dünyanın 'büyükleri oldular»
Bu gizemli Agartha Yer'in derinliklerinde oldukça uzaklara yayılmaIıydı.Peki Agartha adı nereden geli­yordu. Sanskrit dilinde, agartha sıfatı «ele geçirilemez» ya da «ulaşılmaz» anlamına gelir, fakat agartha kelimesi aynı zamanda, argha «uzun gemi» kelimesinden türetilen (geminin) yeraltı gövdesi» anlamını da vermektedir. Bazı ezoteristler en azından böyle gözüpekçe bir etimoloji verirler.

Agartha'ya çıkan başlıca beş girişin var olduğu şöylenir. Himalayalar'ın Gobi Çölü'nde ki bu  giriş gizli krallığın kendi başkenti Shamballah'a çıkar. Mont Saint-Michel'de;( Bretagna'daki ) Brocelfande Ormanı görünümünde Neant Pertuis'de  Gize Sfenksi'nin ayakları arasında.

Saint-Yves d'Alveydre, geçen yüzyılın sonlarında Agartha'nın varlığını ifşa ettiği «Hint Misyonu»adlı kitabını kaleme aldığı sırada Fransa Cumhurbaşkanı'na, İngiltere, Kraliçesi'ne ve Rus Çarı'na dünya işlerinin okült denetimini konu alan  mektuplar  göndermışti. Belirtmek gerekir ki, Saint-Yyesci'AlVeydre Asya'nın gelecekteki uyanışına dair mükemmelen gerçekleşmiş olan bir kehanet yapmıştı;

«Eğer ingiltere, bu yüzyılın sonunun kesinlikle göreceği bağımsızlık patlamasını önlemek be bunu tatlı­lıkla gidermek için gereken çareleri akıllılıkla bilgelikle ve ınsanlıkla [yani iyilikle] aramazsa; Rusların, Asya' nın özgürleşmesinin, müthiş yardımcıları olma durumuna ister istemez sürüklenmiş olacakları, görmezlikten gelinemez.»

Ve şu uyarıyı ekliyordu:

«Belecek 50 yılda, Asya'nın, kadim Keltik sentez zihniyetinde yeniden canlandığını göreceksiniz; Tüm ihtiraslarımızdan akıllıca kurtulduğunuzu ve kendinizin sakınarak,yine kendiniz tarafından kurtarılacağını göreceksiniz.Fakat, eğer Nemrut düzenine göre genel yönetim sisteminde direterek, hala kendinizi, karşılıklı olarak parçalamaya devam eder ve kulaklarınızı Hristiyanlık vaitinin ahenkli çağlarına kapatmış olursanız, kulaklarınızı sonyargının, [ sesi] gök gürültüsünü andıran borularına ister, istemez açmak zorunda kalacaksınız. Sizin kendi askeri eğitmenlerinizin kılavuzluğuyla, başta Çin ve İslamiyet olmak üzere Asya  elde silah, Tanrı'nın egemenliği yasasına uyuş kapsamı içinde olarak,orayı bozmanıza engel olacak ve geri püskürtülmüş olacağınız,Hz.Musa'nın ve,' Hz. İsa'nın, sosyal vaitinin altını imzalamak zorunda kalacaksınız;»

Agartha'yı yarım milyara yakın bir nüfusla İskan edilmiş olarak tasvir etmekte tereddüt etmeyen Saint ­Yves" d'Alveydre, aynı eserde" şunları söylüyordu.

«Agartha nerededir? Bulunduğu muayyen yer neresidir? .Oraya gitmek için hangi yoldan, hangi halkların arasından yürümek gerekir?.Bana ,bu soruyu sormaktan geri kalmayacak, olan diplomatlara ve harp adamlarına,[yani askeri yetkililere], sinarşik  anlaşma yapıılmadıkça veya en azından imzalanmadıkça cevap vermemem daha uygun düşer. Fakat biliyorum ki, tüm Asya içinde,  karşılıklı rekabetlerinde bazı güçler sürtüşmekteler .Her ne kadar umut etmiyorsakda; biliyorum ki, muhtemel bir çarpışma sırasında orduları ya, bizzat bu kutsal bölgeden ya da çok yakınından geçecek. Agartha için olduğu gibi,bu Avrupalı haIklara, dostluk uğruna basladığım ifşaatı sürdürmekten korkmuyorum.
Esrarlı Rahip Jean, Dünya’nın,Kralı'ndan başkası olamazdı ki Ortaçağ"da 'Batı birçok defa' onunla ilişki kurmaya teşebbüs etmişti. Frida, Wion «Meçhul Krallık» (Le Royaume Inconnu) adlı kitabında, Rahip Jean'ı şu şekilde tasvir ediyor:  
         
«Başı en nadide taşlarla parıldamakla olan altından bir taçla süslü olarak, soyluluk ifadesi taşıyan çehresiyle  ve üzerinde erguvan kırmızısı ipek ve nadir kürklerden giysilerle  beyaz bir at üzerinde görkemle giden sağ elinde zümrütten yapılma bir asa tutan, [bir] haçın ve rahiplerin sınıfının önünde giderek ilerleyen, kral majlar’ın soyundan ve kutsal yeri [yani Arz-ı· Mukaddes'i] fetetmelerinde Haçlılar'a yardım etmek için gizemli bir girişten geçerek dünyanın derinliklerinden gelen bir kral.
Bu Kral, rakiptir. O, Hz. Süleyman'dan daha güçlüdür; orduları sayısız ve yenilmezdir, kralılığı sınırsız ve zenginliği dillere destandır.

«Bu [tasvir], varlığı o devrin az zaman öncelerine dek herkes için meçhul kalan, ve henüz yeni açıklanmış olan Rakip J'ean'ı, Avrupada ortaçağın XII. yüzyıl halkının, perisel görünüm etkisi altında gözunde tasarlayışıdır.»

Kesin olarak, doğru olan husus şu ki, Orta çağda Papa III. Alexandre, bir gün Türkistan'dan (Orta Asya) gelen ve esrarengiz bir kişi olan Rahip Jean imzasını taşıyan bir mektup aldı. Mektupta Rahip Jean şöyle tanımlanıyordu: Dünya'nın tüm krallarının fevkinde olan en guçlü kral.
Saint-Yves d'Alveydre, bize, Agartha'da kullanılmakta olan ve, Vattain ya da Vattan alfabesi ile yazılan bir kutsal yazının varlığını açıklamaktadır.Saint Yves  Agartha'daki, tufandan önceki uygarlıkların, tüm eski gizli kitaplarını gruplandıran fantastik kütüphanelerin varlığını da  açıklamaktadır.

«Geçmiş devrelerin kütüphaneleri, kadim Avusturalya kıtasının batmış olduğu denizlerin altına kadar ve tufan öncesi eski Amerika'nın yeraltı yapılarına kadar
uzanmış bulunmaktadırlar »

Dokunulamaz saklama yerlerinde ise, geçmişin tüm keşifleri,ve tüm teknik buluşları kaydedilip iş olduğu gibi, geleceğinkilerin de daha ortaya çıkmadan önce kaydedili olduğu belirtilmektedir.
Öte yandan, Agartha’ya ilişkin tradisyonlarla, lejandların ve büyüleyici mitlerin belirli bir çoğunluda; tüm afetlerden uzak olan hatta zaman akımının yıpratıcı etkisine dahi maruz bulunmayan dünyasal bir merkezi bölgenin, beşeriyetin algı alanına girmeyen dünyasal bir yüce inisiyatik merkezin ve majik etkilemesi olan bir yeraltı aleminin sözünün edilmesine rastlamak tamamiyle manidardır. Bununla birlikte Agartha ile ilgili bu mit ve tradisyonların içinde, aşırı bir sembolizme dayalı salt sembolik ve masalsı olanları da var mıdır?

Bu konuda en ayrıntılı görüş Rene Guenon'a aittir. Rene Guenon Dünya'nın Kralı adlı eserinde,konuya ilişkin olarak şunları yazıyor:,

«( Gerçekten, Amerika’da olduğu gibi Orta asya... "i da da ve belki daha başka yerlerde, kendilerini asırlardan beri ayakta tutabilmiş olan inisiyatik merkezlerin bulunduğu mağara ve yeraltı galerileri mevcuttur.. Fakat bu olgunun dışında, bu konuda tüm anlatılanlarda farkedilmesi pek güç olmayan bir' parça sembolizmde mevcuttur» Ve Guenon, açıklamasına devam ederek, bu türlü mit ve tradisyonların çoğunda, bu inisiyatik, merkezlerin kaldığı yeraltı barınaklarının mevcut olduğu bölgeler belirtilirken, ister istemez, [beşeriyet tarafından, belli bir oranda dejenerasyona uğratılmış veya ortaya çıkarılmış bir sembolizmle karşılaşacağımızı belirtmektedir.

Raymond Bernard ise, «Tuhaflık ile Karşılaşmalar» (Bencontres avec I'insolite) adlı kitabında, (ince  tülden) bir sarık  taşıyan bir Doğulu olarak tasvir ettigi et ve kemikten bir şahıs tarafından ona yapılan ifşaları  an1atmaktadır ki bu şahıs kendisini 'Maha adıyla ve tüm dünya  işlerini denetleyen yüksek Meclisin ( Haut Conseil) lideleri, olarak takdim edder. Bu,esrarengiz Maha, ,Agartha konusunda şunları açıklamaktadır.

«Agarta’yı sadece duymuş olabilirsiniz, fakat bu, isim artık kendisineuygun değildir. Hakiki ve  kesin isim sadece çok az, sayıda kişi tarafından bilinmekte olacaktır, ve ismin açığa vurulmasınada gerek yoktur. Bu isim A ... 'dır, ,Dünyanın okült yönetimi ... Bul ne kadarda uygun olmayan bir ifade. Bununla birlikteYüksek Meclis'i ve onu oluşturan 12'leri ne kadarda iyi belirtmektedir.Tüm devirlerde işlenilmiş olan, hata, Yüksek Meclis'in üyelerinin ebediliğine inanmak olmuştur. Yüksek Meclis ebedidir, fakat onun üyeleri,Siz ve Ben gibi ölümlüdürler. Oniarı diğer insarlardan sadece bilgileri ayırmaktadır, onların bilgileri ve bu dünyanın geleceğini olağan üstü görüş ve kapsayışları ! Bir üye öldüğü zaman, onun yerine geçmesi için seçilmiş olan kişi derhal onun yerini alır ve üç ay esnasında, selefinin bıraktığı 'bilgi' ve 'tecrübe'ye alışır.Yüksek Meclis'in toplanmış. üyeleriyle de ilk defa olarak ilişki kurar. Böylece, sürekli bir intikal vardır»

O halde bu yüksek Meclis nasıldı ve kesin olarak hangi kudretlere sahipti?
«Yüksek Meclis, bu dünyanın, evriminde ulaşacağı en son noktayı bilmektedir. Yüksek Meclis ( bu dünya evrimindeki ) aşamalarıda  bilmektedir. İnisiye halkalarında bulunan kimileri, bu konuda [Yani dünya evrim aşamaları hakkında] bazışeyler bilmektedirler;örneğin; Balık Burcu ya da Kova Burcu çağları gibi. Fakat, bu konuda, Yüksek Meclis'in dışında hiç kimsenin asla bilemeyeceği bilgilerde vardır. Yüksek Meclis'in esas işlevi? "Yüksek Meclis'in esas işlevi, her aşamanın, istenen zarfnda gerçekleştirilmiş olmasıyla ve duruma göre hızlandırma ya da geciktirilmesiyle meşgul olmaktır. Yüksek Meclis,dolğal olarak,olaylara etki etme vasıtalarına sahiptır. "Beşeriyetin hatasından ve beşeriyetin yeni şartlara aykırı düşmeksizin intibak etmekte güçlük çekme kusurundan dolayı [ortaya çıkan) beklenmedik ve mukadder olguları, Yüksek Meclis öteden görür...
,
«Yüksek Meclis, kendisinden daha yükseğin görünmeyen Muktedirler'in ya da daha iyi bir deyişle daha yüksek bir hiyerarşinin varlıklarının« kollarıdır. Evren öyle bir ünitedirki, her şey ve her varlık onun [zincir]baklalarıdır. Yüksek Meclis'in üyeleri yılda dört defa, sabit dönemlerde, kurul halinde toplanırlar. Bununla birlikte onlardan biri, bütün yıl boyunca, iste­diği an diğerleriyle temas kurabilir»
Şu halde, et ve kemikten yapılma insanlardan oluşan bu yüksek Meclis, spiralin ard arda gelen devreleri arasından beşeriyetin birlikte evrimi için - tesadüfi engeller, karışıklıklar, çatışmalar hesaba katılmış olarak-  bütünüyle değişmez (kesin) bir planın: dünyamız da mukadder gerçekleştirilmesiyle meşgul olacaklardı.

Maha'nın ifşalarını izlemeye devam ediyoruz: ' «Politika insanların işidir. Politika, tasarılarımıza kimikez hizmet ediyorsa da, her zaman değil. Biz onu tüm dünyada yakından izler ve ondan sonuçlarımızı çıkarırız,hepsi bu. Kuşkusuz, politika her ne kadar dün­ya evrimini güçleştiriyorsa da, biz politikayla hiçbir ilgisi olmayan vasıtalarla [duruma] müdahale etmekteyiz. Bu 'vasıtalar, her durumda [politika ve benzeri vasıtalardan] daha etkilidirler.

Yüksek Meclis'in üstünde Maha'ya göre tüm bir öte alemsel kozmik hiyerarşi vardı:
«Yüksek Meclis A. ... , kozmik hiyerarşik bütünlük ' [zincirinin] görünür birinci baklası olarak ve tüm uzun sürecin önceden tesbit edilen farklı devreleri boyunca; beşeriyetin organize edilmiş toplum olması için beşeriyetin ahenkli gelişimiyle meşgul olmak misyonuna sahip olarak{zincirin] temel baklasıdır. Bu devrelerin sayısı 12'dir, onlar Zodyak Burçları Tarafından sembole edilirler ve yaklaşık 24.000 yılı kaplarlar. [12 devrelik periyodun bitiminden] sonra kollektif ve ferdi yargı ve 12 devrenin yeni bir devri aşaması için hareket ediş gelir.»

Dünya, er geç mukadder devreleri izlemekte, izleyecek ve izlemek zorundaydı. Maha, Yüksek Meclisin, işlevlerine ilişkin olan açıklamasına şöyle devam ediyor:
«Onlar [yani Yüksek Meclis'in 12 üyesi], halkların meczetme kapasitesi oranında, uygarlığın dinsel,bilimsel, sanatsal' ve felsefi tekamülüne hizmet etmesi gereken [şeyleri] analiz eder, ölçüp biçer, dozunu ayarlayıp ve süzerler.

Yeniden Dünya'mn Kralı konusuna dönüyoruz. Saint-Yves, d'AİveYdre, Cumhurbaşkanına, Agartha’ nın yöneticileriyle ilişki kurmasını önermekte tereddüt etmiyordu:
«[Cumhurbaşkanı görüşmek için] eğer beni çağırmak konusunda karar verirse, ülkenin lideri [olduğu için [her zamanki] prensiplerin dışına çıkarak, .[bu daveti) istisnai bir durum olarak telakkı etmem gerekir ve ona açıklama yapmaktan şeref duyacağımı önceden yayınlıyorum. Koç Burcu Çağı'nın Sinarşik' Üniversitesi’nde öğretilen bilim ve sanatları tehkik etmeyi arzu edecek olan bizim yüksek okullarımızın ödül almış kişileri veya profesörlerinin öğretime alınmasını ( inisiyasyana kabul edilmesini] Agartha'dan talep edebilmek için tutulacak yolu Cumhurbaşkanı’na yalnızken şifahen söyleyeceğim.»

Gobi Çölü’nün sırlarına gelinee, bu konu  (gizemli Gobi Çölü konusu hiç de salt hayal ürünü değildir.Prof. Rameau Saint-Sauveur, Clup Marylen kayıtlarında şu hususa dikkat çekiyordu. Gobi çölü vaktiyle kapalı bir denizken onlar ( Baavi Planetinden gelen uzaylılar] tarafından, Ak Ada ya da daha doğru olarak 'Yabancı Denizin Ak Adası' ismi konulan muhteşem  bir adaya sahipti. Burası, [uzaylıların]önemli bir iniş noktası oldu. Buradan çağımırpa Atis tepesi kalmıştır: Moğolistan'da, Güney Altay dağ kollarında Lob-Nor Gölü'nün 600 km kuzey doğusunda, (45° paralelinin 130 km. üstünde). Orada önemli bir yeraltı [ga1eriler] şebekesi mevcuttur, Çin ve sovyetler birliği bunu biliyorlardı. Kimileri orayı Agharta'nın gizli bir girişi olarak düşündü.»
Kuşkusuz, tufandan önceki uzak medeniyetlerin tüm mirasını bize birdenbire açıklayacak olan çok büyük arkeolojik  keşiflerin eşiğindeyiz.

Bu  açıdan, Amerikalı meşhur medyom Edgar Cayce şunları haber vermişti: Gelecekte, Sfenks'in ayaklarından birine uzak olmayan bir yerde, «küçük piramide yerleştirilmiş ve eski Mısır ile batık kıta Atlantis hakkında çok değerli anıları içeren arşivlerle dolu bir mezarın» keşfi yer alacaktı.
Frida Wion, «Meçhul Krallık» (Le Royaume İncoenu)' adlı eserinde şunları beyan etmekten çekinmiyordu: «Öyle görünüyor ki, [başkan] yardımcılarıyla çevrili ve beşeriyetin seçkin tabakasının, hizmet ettiği, bir insan bedeni içerisinde öğrenecek hiçbir seyi olmayan ve dünya ile dünyanın sakinlerinin evrimini sevk  ve idare etme misyonu olan bir gizemli varlığı farketmeye başlıyoruz. Bununla birlikte, onların arasından ve bizim aramızdan [yani beşeriyetimizin içinden ) bazı doğruluk gözeticileri, bilinçsizleri gelecekteki 'Mabed'e girişlerine hazırlamak için atanmış oldular . Başında ezoterikve inisiyatik merkezler bulunan egzoterik popüler dinler,binlerce yıl boyunca, böylece tesis edilmiş oldular.»

Tradisyonel perspektiflerdeı çevresinde fenomenlerin, alemlerin dönüşünün gerçekleştirildiği değişmez sabit yer  ( sembolizmi ) Agharta’yı somut bir şekilde sembolize etme yollarından biriydi. Bu sabit yer, çevresinde her şeyin devindiği ‘ kımıldamaz ekseni’i, gizemli merkezi sembolize ediyordu.

Saint Yves d’Alveydre’nın açıklamalarını sürdüren Ossendowski’ye göre, Dünya’nın Kralı, Brahitma diye anılıyordu. Yer küremizin ( Yüce Prensipten Kaynaklanan ) Yüksek varlık tabakaları ile temas ettiği merkezi yerde ikamet eden Dünya’nın Kralı’na – Agharta’nın Yönetimi’ne – iki yardımcısı yardım etmekteydi; ( Gelecekteki Olayları Bilen )  Mahitma ile  ( Bu olayların sebeplerini sevk ve idare eden ) Mahinga Yüksek bir inisiyatik merkezin mevcudiyetini varsaymak normal değil midir? Frida Wion şunları yazıyor;

‘’ Bir inisiyatik merkezin konumu değişmez diye bir şey yoktur, politik ve dini gereklere göre, yer değiştirebilir ve hatta bölünebilir… Krallığın lideri olan Dünya Kralı’da Krallığını, kendisinin bulunduğu ve devrin gereksinimlerini en iyi karşılıyor gibi gördüğü yerde kurar. Lejandda bir kutsal coğrafya mevcutsada, bu kutsal coğrafya merkezin sadece yeni yerleşmesiyle değişir; çünkü her yer onun varlığıyla kutsallaşır. O, ( varlığı ile bir zamanlar Mısır’ı şereflendirmişti) Mısır’dan Çin’e, Çin’den İrlanda’ya geçti. İrlanda’dan da Delphes’e geçti. Bugün için nerede bulunuyor? Başka bir gezegen üzerinde midir?

Anlaşıldığına göre, Agarta’nın yöneticisi bir insandır; gene anlaşıldığına göre, yüce bir güce ve atomik enerji makinelerinin kullanımınıda kapsayan görkemli bilimlere sahiptir. Ayrıca, bilindiği kadarıyla, Kendisini, bizlerin büyük Rahmetlerden nasiplenmemize adamıştır ve istediği zaman dünya yüzündeki savaşları sona erdirme gücüne sahiptir.

Devamını Oku »

AKAŞA KAYITLARI (AKAŞİK KAYITLAR)




Akaşa Kayıtları (Akaşik Kayıtlar)

Akaşik kayıtlar (akashic records), evrende meydana gelen her olayın, her hareketin yok olmadığını, hepsinin izlerini bıraktığını ve kaydolduğunu ileri süren teozoflarca kullanılan bir terimdir. Terim Hint teozofisindeki “evrendeki tüm uzayı kapsayan temel esîrî cevher” olarak tanımlanan “akaşa” sözcüğünden Batılı teozoflar tarafından türetilmiştir. Bu görüşe göre, nasıl evrende hiçbir madde dönüşümler geçirmekle birlikte yok olmazsa, hiçbir hareket ve olay da yok olmayıp Akaşa denilen süptil cevhere kaydolur.
Budizm’de Akaşa, bu kayıtlanma olayının kapsamıyla ilgili olarak iki türde ele alınır:
1- Kişisel Akaşa: Kişinin duyguları, algıları, zihinsel oluşumları, bilinç hareketleri, fiziksel biçimi vs. ile ilgili bireysel Akaşa.
2- Maddi her şey ile ilgili olan sınırsız Akaşa.
Batı teozofisine göre Akaşa ya da Akaşik kayıtlar her düşüncenin, her eylemin, her sesin, her ışığın vibrasyonlarının kaydolduğu, özetle, fiziksel alemden yansıyan tüm tesirlerin seri ve dakik bir biçimde yoğunluklarına göre sınıflanıp kaydolduğu sınırsız ve ebedi bir arşivdir. Batı teozofisinin kurucusu olan ve Akaşa sözcüğünü Batı’ya aktaran H.P. Blavatsky’e göre “kişisel Akaşik kayıtlar”ın yanı sıra, her gezegenin “gezegensel Akaşik kayıtlar”ı mevcuttur ki, Rudolf Steiner ve Edgar Cayce gibi ünlü medyumların Dünya tarihinin bilinmeyen geçmişiyle (Atlantis, yedi kök soy vs.) ilgili olarak aktardıkları bilgileri, bu “gezegensel Akaşik kayıtlar”la irtibata geçerek aktardıkları ileri sürülür. Kimileri Kurân'daki Levh-i Mahfuz kavramını Akaşa kavramıyla ilişkili olarak yorumlarlar.
Spiritüalistler kişisel Akaşik kayıtlar yerine serbest hafıza terimini kullanırlar ve sınırsız Akaşa kavramına sıcak bakmazlar. Çünkü spiritüalist anlayışa göre, bir vibrasyonun varlığını Akaşik teorideki gibi ebediyen sürdürmesi maddesel olarak imkânsızdır.

akashic records

Ararsanız bu konuda Internet'te pek çok bilgi var. Ancak bu bilgilerin bize düşündürttüğü şey nedir? Akaşik kayıtlar veya Levh-i Mahfuzu anlayabilmek, anlatabilmek bilincimizin gücü ile ilgili. Genel tarif, geçmişteki bireysel veya evrensel olarak tüm olayların, yaşantıların, bilgilerin kaydı. Ama bunun yanında geleceğin de kaydı. Bunu aklımızla kabul etmek çok zor değil; mademki zaman sadece şu andan ibarettir; geçmiş ve gelecek şimdidedir; öyleyse Akaşik kayıtların dünü bugünü ve yarını kapsaması doğaldır. Tabii bunu aklımızla kabul ediyoruz, bilinçle kavrayamıyoruz, öyleyse anlamıyoruz.
Akaşik kayıtların geleceği de kapsaması karşısında, insanın özgür iradesi, insanın seçimi nerede kalıyor, karma sonuçlarından sorumlu olmamız nasıl açıklanır? Çünkü her şey zaten belli, bizim elimizden ne gelir ki? Bu sorular, akla dayalı dar bir şuurla, “insan gibi” düşünmemizden kaynaklanıyor. Dünya koşullarının, deneyimlerinin yarattığı akılla bu sorunu çözemeyiz. Çünkü konu çok farklı üst boyutlara ait deneyimlerin oluşturacağı bilinçle anlaşılabilir.
Bugün için kendi hesabıma şunu ifade edebilirim: belki O’nunla yarattıkları arasında, koşullarını ve sonuçlarını bizim bilemediğimiz bir ilahi satranç oyunu var ve tüm oluşumlar bu özel oyunun sonucu. Bu oyunda bizim karşı hamlelerimiz, hem sorumluluğumuzu doğuruyor, hem varoluşu biçimlendiriyor. Ama O’ bu oyunda yaratılanların hamlelerini ve sonuçlarını biliyor. O’nun biliyor olması bizim özgür seçimlerimiz olmadığı anlamına gelmez. O’nun bilmesi, bizim bilmemiz gibi bir olay değil. O’nun durumunu kendi aklımıza kıyasla düşünmek çok büyük bir yanlışlık ve şirk olur. Bunu anlamak için önce şu insan aklından vazgeçmeliyiz ki sezgilere açılabilelim. Anlatamasak bile hissedelim.
Spiritüel bilgiler bu deyimi, Akaşik kayıt sistemi olarak işler. Üst şuurumuza kaydedilen her türlü gözlem, deney ve eylemlerin yön bulduğu yer anlamındadır. Dünyamıza ait, geçmiş ve gelecek tüm planı burada kayıtlı bulunmaktadır. Yaratılışın başlangıcından sonlanacağı zamana kadar gezegenimizin akıbet planıdır.

Manevî mertebeye sahip görücü kişilerin, bir çeşit üst vibrasyon boyutunu yakalayarak bu kayıtları inceleme imkânının olduğu bilgisi vardır. Geçmiş uygarlıklarda, bazı dinî liderlerin belli bir süreçteki mistik dinsel gelenekleri inceleyebildikleri rivayet edilir. Ruhsal literatürde; zamanımızda bazı medyumların da, geçmiş-gelecek olay ve olguları öğrenebildiklerinden söz edilir.

Akaşa bir tür arşivdir. O arşivde Dünya’nın tüm geçmişi kayıtlıdır. Dünya’nın oluşumundan itibaren bütün olaylar, üzerinde yaşamış bütün canlı ve cansız varlıkların yaşamlarındaki seyir, sesli-renkli sinema filmi gibi tespit edilmiştir. Bu tespit elbet ki uygun bir sistem dâhilinde yapılmıştır. Öyle ki, Akaşik kayıtlara erişme ehliyet ve liyakatinde bulunanlar, geçmişin görmek istedikleri durumlarını aynen görüp canlandırabilirler. Akaşa'nın incelenmesinde izleyenin amacına göre zamanın hızlandırılması, yavaşlatılması, hatta durdurulması mümkündür; tıpkı bir sinema filminde olduğu gibi. Akaşa'nın İslam literatüründeki adı “Levh-i Mahfuz”dur, saklanmış, korunmuş levha anlamında. Bu sistemi kuranlar onun gereksiz gözlerden korunmasını da sağlamışlardır elbet. Çünkü gerçek nezdinde her şey yerli yerince makbuldür, yerince olmayan istenmeyendir.

Esas itibariyle Akaşa'yı izleyebilenlerin bir yeterliliği ve bir üst amacı vardır. Bu tür yetenekler onların gerektirdiği olgunluğa eriştikçe verilirler, bu prensiptir. Dolayısıyla, Akaşa'yı kullanmak bir tekâmül amacına hizmet etmelidir. Bu nedenle Akaşik kayıtlara görevlilerin girebilmesi esastır. Fakat Dünya’mızda ve Evrenimizde gerekli ruhsal olgunluğu kazanmamış oldukları halde, bazı ince titreşimlere nüfuz edebilen varlıklar da vardır. Onlar, bizim bilemediğimiz, belki makro ölçekli sınav mekanizmaları sebebiyle, bir kısım süptil tesirlere tasarruf edebilirler, bu arada Akaşik kayıtları da okuyabilirler. Bu da (bize göre olumsuz) bazı olay ve sonuçların sebebidir. İşte spiritüel bilgilerde anlatılan “karanlık ve aydınlık güçlerinin mücadelesi” bunun anlamıdır. Bu mücadelede bizim “iyi” ya da “kötü” gibi nitelendirmelerimiz yine bize göredir. Aslında, her şeyin olması gerektiği gibi cereyan etmekte olduğunun kabulü bizler için daha uygun olabilir. Ama bu zordur, bir ileri seviye meselesidir. O zaman her türlü bulunuşta yerel ve evrensel bütün olanak ve yasaların liyakate göre kullanıldığını görebilecek düzeye yükselme amacında olmalıyız. Akaşa, kullanılan bu olanak ve araçlardan yalnızca bir tanesidir.
Bu tabirin, saklı kitap anlamına gelen Levh-i Mahfuz olduğu bilinmektedir. Evren planında dünyamıza ait, evvel-ezel bilgilerinin de yer aldığı ve herkesçe okunamayan yoğun bilgi yekûnu anlamı bulunmaktadır. Bir çeşit dünya hafızasını bulunduran dünyadaki bütün olayların yansımalarının kaydolduğu büyük defterdir.
Aslı Sanskritçe olan kelime, mevcut olan her şeyin son ilke ve cevheri olarak biliniyor. Her şey onun eseri olarak meydana gelmekte ve gelecek devrenin de bu bilgiler üzerinden tezahür edecek bilgisi saklı bulunmaktadır.
Akaşik kayıtlar varlık sisteminin tüm olaylarının kayıtlandığı bir nevi arşivleme sistemidir, bu arşivleme sistemi geçmiş ya da geleceği dosyalamaz, her şey "şimdi" de olmakta ve bütün kayıt "şimdi" nin kaydıdır. Sıradan bir akıl-zihin bakışıyla bunu ilk anda kavramamız beklenemez ancak bir takım benzetmelerle şu şekilde bir izah belki anlamamızı kolaylaştırabilir;

İçinde yaşadığımız zaman aslında "şimdi" ne oluyorsa ondan ibarettir, şu an yaşadıklarımız "dün" olarak yaşanmış "insan aklıyla belirlenmiş" zaman çizgisinin devamıdır ve yarın devam edende, gerçekte devam eden şimdi çizgisinin bir parçasıdır. Bizim gelecek olarak gördüğümüz zamanlar aslında devam eden şimdilerde sürekli olarak yaratımdadırlar. Bu yaratım mekanizması karmik faktörlerin, yüksek ilahi yasaların, insan düşünce ve eylemleri ile ortaklaşa işlemekte olan büyük bir sistemden oluşur. Geleceği oluşturan şimdide bu mekanizmadaki faktörleri 7 renk ve 7 ses olarak ele alalım. 7 renk ve 7 ses birleşir ve ilahi prizmadan geçerek hologram olan yarını oluşturur, her renk ve her ses bu sistemin ayrı bir parçasıdır ama bileşende tek bir hologramdırlar ve hologramın içindeki şekillerin netliği ve seslerin güzelliği o an prizmaya vuran renklerin ve seslerin o anlık karışım değişimiyle sürekli değişmektedir. Bu şekli oluşturan her rengin ve sesin anlık durumu sürekli kaydedilmekte ve bu da Akaşik kayıtları oluşturmaktadır.

Bir gün 7 ışık ve 7 ses, mükemmele yakın olan parlaklıkta ve temize en yakın olan ses de olmayı anladıklarında ve sevip istediklerinde, bunu sürekli kılmayı hak edip mükemmele yakın armoniyi oluşturacaklardır.
Akaşa, her yerde bulunan en ince yapıdaki ortamdır. O içinde bulunduğumuz bir canlı ve sihirli enerji denizidir. Eter, ruh ya da bilinmeyen madde olarak da isimlendirilir. İçinde çeşitli yaşam fonksiyonları barındırır. Sadece bilgi değil, her türlü iletişim, oluşum, intikal ve keşfedilmemiş nice potansiyele sahiptir. Çok çalışma ve hak ediş sonucunda onu kullanmaya başlayanlar için büyük bir güç oluşturur. Olanaksız olan mümkün olur. Bilinmeyen bilinir, görülmeyen görülür.
Akaşa, içinde bulunan varlıklara -ki onların da içindedir- cevap verir ve ayna olur. Bu cevap varlığın yaydığı tesire, talebine, ihtiyacına göre kendisini kendisine gösterecek her türlü ortam şartı oluşturur. Akaşa sadece fizik boyutta değil sonsuz sayıdaki boyutlarda bulunur. Boyutlar arası iletişimi sağlar.
Akaşik kayıt tüm evrensel bilgileri içerir. DNA da bir Akaşik kayıttır. Yeni bir göksel bilgi diyor ki: “Büyük Akaşa içinde, Büyük Merkezi Güneşte yer alan DNA bilgi bankası bulunur. Bu zamanda geçirdiğimiz dönüşümler oraya kaydolacak ve insanlık ileri doğru büyük bir geçiş yapacaktır.”
Evren hafızası, bilginin kayıtlı olduğu yer. Aslında buna herkesin, her şeyin sicilinin kayıt edildiği yer de diyebiliriz. Bir nevi kâinatın dengesini oluşturan, işleyen bir mekanizma da diyebiliriz. Bizim yaptıklarımız, bir başka mertebede bir başkasının yaptığı birçok şeyin sentezlenerek dengeye getirildiği bir yer olarak da görebiliriz Akaşik kayıtları. Ruhsal yaşamımız içerisinde karşımıza çıkan, çıkacak olan her ne konu varsa burada Akaşa da sentezleniyor. Aslında biraz önce de değindiğimiz gibi bu işleyen bir mekanizma. Ne ekersen onu biçersin gibi, birçok bileşen var. O yüzden de konuyu genel, bir bütün üzerinden görmekte fayda var. Burada karşımıza çıkacak konulara sadece kendimiz üzerinden pay biçmememiz lazım, konular; karşımıza bir başka yerde yapılanan dengeleri düzeltmek içinde çıkabilir, bir bakarız ki anlam veremediğimiz bir şekilde, hiç düşünemeyeceğimiz şeylerle karşılaşırız, yenmemiz gereken. Karma dediğimiz şeyde aslında buradaki tesirler mekanizmasından kaynaklanmaktadır. Yaptıklarımız üzerinden farklı bir kanala sokarız kendimizi ve bu kanal üzerindeki kâinatın bütün bileşenleriyle, yarınlarımızı oluştururuz. Burada bence bize düşen, sistem bilincine ulaşabilmemizin gereğidir. Eğer sistemin işleyişini kavrayabilirsek, ne yapmamız, nasıl davranmamızın gereklerine de nail olarak, yarınlarımızı ve diğerlerinin yarınlarını da bilinçli olarak şekillendirmiş oluruz.
Akaşa her an, kâinatın pusulasından, dengesinden şaşmaması için hak edişleri hakkınca dağıtan, özümüze işleyen bilinç kitaplığımızdır.
Akaşa, muhafaza edilmekte olan hiç kaybolmayan bilgidir, bir anlamda okunabilen kitaptır ve her an yazılmaya devam etmektedir. Bu yazı her yerdedir, dağlarda, taşlarda, ağaçlarda, kuşlarda, çiçeklerde, böceklerde tüm hayvanlarda, insanlarda ve de tüm evrende. Gizli saklı değil sadece görebilen ve anlayabilen olması gerekiyor. Hangi boyuttan bakıyorsak o boyutun bilgisindeyiz. Fiziksel boyutta her titreşim kendi formu ile beyanda bulunur. İnsan da şekli, davranışları, sözleri ve düşünceleri ile kendi Akaşik kaydının beyanında bulunur.

Bugün, insanın geçmişinin beyanıdır, yarınını da bugünkü durumu ile belirler ve beyan eder. Tek tek her birey kendi özel kaydını da ayrıca meydana getirir. Eylemlerimizin anlamına sahip olmak bu nedenle çok önemlidir. Bilinçli farkındalık içinde aklımızı ve gönlümüzü bir ederek bulunduğumuz eylemler tekâmülümüzü hızlandırır.
Akaşa, kainatta meydana gelen tüm titreşimlerin kaydolduğu bir arşiv gibidir. Kainatın varoluşundan bu yana meydana gelen hareketlerden, düşüncelerden, seslerden, ışıklardan, bilgilerden yansıyan titreşimlerin kaydolduğu bir oluşumdur. Her varlığın bir Akaşa'sı olduğuna göre bunların toplamı da Akaşik arşivi oluşturur.
Yaratılışın başından sonuna kadar geçmişin geleceğin kayıdı olarak biliniyor. Bilgilere göre seyyal ve her yerdelik içinde hava, su, katı madde ve ateş olabiliyor. Güneşi, gezegenleri, yıldızları ve tüm kozmosu meydana getiren olarak bilinmektedir. Bir görüşe göre; nasıl evrende hiç bir madde dönüşümler geçirmekle birlikte yok olmuyorsa, hiç bir hareket, düşünce olay da yok olmayıp Akaşa denilen süptil cevhere kayıt oluyor. Akaşa; Her eylemin, düşüncenin, sesin, nefesin, ışığın titreşimlerinin kayıt olduğu, ruhsal ve fiziksel âlemden yansıyan tüm tesirlerin en hızlı bir biçimde yoğunluklarına göre sınıflanıp kaydolduğu türden bir arşivdir.
Uzakdoğu'nun ileri uygarlıklarında, pırana=esir olarak biliniyor. O’nun Soluğu olarak bilinen nefes, beden-zihin, ruh ile bütünlük içinde yaşama, yaşam gücünün gelişimi, bedensel-zihinsel yenilenme ve insanın ruhsal olgunlaşmasının temeli olan kendinin bilincine varma yolu olarak görülmektedir.
Sanskrit dilinde öz ve uzay’ı ifadelendirmek üzere "ışıklı" anlamına gelen Akasha (Akaşa) (Akaşa) (Akaşa) sözcüğü, Hinduizm'de evrendeki her şeye nüfuz etmiş beşinci ve en ince olan "ether" cevheridir. “Dünya hafızası” anlamına gelir. Çünkü bu akışkan, Dünya’nın oluşumundan beri, yeryüzündeki bütün olayların yansımalarını kaydetmiştir. Akaşa, evrenin akışkan cevheridir.
Yoga felsefesinde Akasha (Akaşa) (Akaşa), bundan binlerce yıl önce Pisagor ve takipçileri de fiziksel dünyada oluşan her eylem ve düşüncenin gökyüzüne kaydedilmekte olduğunu söyleyerek buna “Doğanın Belleği” ya da “Akaşa” adını vermişlerdir. Yoga felsefesinde Akasha (Akaşa) (Akaşa), prana ve yaratıcı zihin üç evrensel prensiptir ki, majik ve psişik güçlerin kaynağı, evrenin her yerinde mevcut bu üçlüdür.
Bununla birlikte, birimsel ya da toplumsal eylem ve düşüncelerin meydana getirdiği Akaşa'lardaki enerji, belli bir yoğunluğa ulaşmasıyla birlikte yine toplumların bir sonraki aşamada ortaya konacak fiillerin şekillenmesini sağlar. Resullerin bulundukları toplumu uyararak, yaşamlarında oluşturacakları menfi hareketlerin başlarına yakın gelecekte bela şeklinde tekrar kendilerine yansıyacaklarını bildirmeleri ve akabinde bunun gerçekleşmesi gibi.

Akaşa, üstat merhum Ergün Arıkdal’ın belirttiği gibi “Dünya hafızası” anlamına gelir. Dünyanın bir plan olarak evrensel görevine başlamasından bu yana bütün kayıtları bu hafızada saklıdır. Levh-i Mahfuz ise evrensel bütünlüğün hafızasıdır. Bütün kutsal bilgiler, sırlar ve hakikatlerin yeri orasıdır. Kaynak ordadır.
Bireysel olarak bizlerinde bu evrensel olan bütünlük içinde kendimize ait, geçmişimizi, bilgi ve tecrübelerimizi barındıran bir bellek vardır. Yaşamımızda ihtiyacımız olan bilgileri bu bellekten çekeriz. İçinde bütün yaşamlarımızın bilgileri barınmaktadır. Hayatta bizleri farklı kılan bu belleğe ne kadar bilgi ve deneyimi kaydettiğimizdir. Ancak yaşarken kendimizi aşma becerisi gösterdiğimiz şartlarda bu evrensel hafıza kaynağından nasibimiz, ihtiyacımız olanı liyakatimiz ölçüsünde alabiliriz.
Geçmişin bütün bilgilerini, geleceğin olanak ve olasılıklarını bünyesinde barındıran Akaşa, yani dünya hafızasına kişi, yine merhum Ergün Arıkdal’ın söylediği gibi Akaşa'ya özgü “dalga boyu”nu yakalayabilirse, Akaşik kayıtları inceleme imkânı bulabilir.

Bizim bir bedende kaba enerji (madde) âlemine insan olarak yansıdığımız bu boyutta evrim yasalarının aynı şekilde ki tatbikatı (tekâmül) 26.000 yıllık dönemler halindedir. Onun için dünyada birçok bozulmalardan sonra yeniden tanzimler ve düzenler olmuştur, olmaktadır. Mevsimlerin peş peşe oluşumları buna en güzel örnektir. Bugün kadim, Atlantislerden bahsediyoruz. Milyarlarca yıl geriye giden bütün bu olgu, oluşum ve bilgiler Akaşa yani dünya hafızasında mevcut olup, yeri zamanı ve vakti gelince beşer için bir kaynak olmaktadır. Ancak gelecek, ikiden birin çıkması ile geriye birin kalacağının bilinmesi gibidir… Ondan öteye gelecek ile ilgili detayların bilinebilmesi olanağı yoktur.
Devamını Oku »

ASALARIN SIRRI





Asaların Sırrı

Asalar fantastik edebiyatın ve sihir dolu filmlerin vazgeçilmez unsurudur. Film sektörünün esin kaynağı olduğu çok eski betimlemelerde, mistik kişiliklerin çoğunda bir asa vardır.
20 Şubat 2016 Cumartesi 10:15

  Asasıyla denizleri ikiye ayıran Hz. Musa, Elinde asasıyla beyazlar içinde insanlara yardım eden Hızır, ilginç asalarıyla büyücüler, kurukafalarla bezenmiş asalarıyla voodoo rahipleri, tüylerle dolu asalarıyla Kızılderili şamanlar, ormanın derinliklerinde asasıyla gezen yaşlı bilge Merlin, Antik Mısır’ın firavunları ve tanrı-tanrıçaları… Hepsinde bir asa vardır ve bellidir ki bu asalar bir sır barındırır.

Eski geleneklerin temel inançlarında doğa ve evren dört elementin kombinasyonları ile oluştuğu bilgisini görürüz. Ateş, hava, su ve toprak. İşte bu dört element doğanın özünü oluşturur ve doğanın unsurlarına sahiptir. Doğanın ötesinde ayrıca bu dört element nesnelerle ve insanlarla temsil edilir. Her bir elementin bir yönü ve temsil edildiği bir araç vardır. Kısacası bu dört elementin tesirlerini eski geleneklere göre her yerde görebilirsiniz. O yüzden dolayıdır ki eskiler bu dört elementin “bilinçlerine” saygı duyarlar ve onları yardım için çağırırlardı. Bu çağırımlar daha çok kozmik sınırları çizmek içindir. Element invokasyonu (element çağırımı) alemleri ayırmada, kişiyi korumada ve kutsamada kullanılırdı. Elementler çağırılarak kişi kendini maddi dünyadan ayırır, dört yönün güçlerini çağırır (Her element bir yöne tekabül eder), bu elementlerin oluşturduğu çemberle korunur, element enerjilerini nesnelere yükleyip, elementlerin o nesneleri kutsaması istenirdi. Kısacası yaratımın ve ritüelistik çalışmaların temelini oluştururdu. Hiçbir ritüel elementlere saygı ve onların çağırımı olmaksızın başlamazdı.

Keltlerde ise her bir element ayrı bir diyar olarak benimsenirdi. Rüzgar krallığı,  Alev krallığı,  Deniz krallığı ve taş krallığı. Her birini yöneten bir tanrısal varlık olduğu ve her birinin manevi alemlere açılan kapılar olduklarına inanılırdı. Haliyle her bir krallıkta yaşayan varlıklarda bulunurdu. Gnomlar denizkızları, semenderler, ejderhalar, ateş ördekler, elfler, periler vb. Bu ara varlıklara da genellikle elemental doğa ruhları (devalar) denmektedir.




Elementler ve Temsil Ettikleri

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, her elementin doğanın düzeninde ve kişiliğimizde temsil ettiği özellikler vardır. Hepsi bir yöne, bir renge tekabül eder ve hepsinin negatif ile pozitif unsurları vardır.



Toprak

Toprak elementinin yönü kuzeydir. Rengi koyu yeşildir. (Bazı geleneklerde kahverengidir) Tabiatı soğuk ve kurudur.

Pozitif unsurları ve sembolleri: gece yarısı, kış, şarap kadehi, davul, törensel tuz, kristaller, mağaralar, dağlar, saygı duyma, dayanıklılık, sahiplenme, bereket, verim, sabitlik, sorumluluk, kararlılık, başarı ve yaşamda kararlı niyetlerdir.

Negatif unsuru ve sembolleri: problemin çözümünde katı görüşler, isteksizlik, inatçılık, vicdan eksikliği, tereddüt, depremler, toprak kaymaları, yıkıcılık, yaşlılık, gazap, yok etme.

Ateş

Ateş elementinin yönü güneydir.  Ateş elementinin rengi saf kırmızıdır ve tabiatı ılık ve kuru olarak düşünülür.

pozitif unsur ve sembolleri: öğlen, yaz, hançer (kılıç) arındırma, güneş, kan, şevk, değiştirici, tutku, cesaret, güç, liderlik, aydınlanma, kundalini ateş.

Negatif unsurları ve sembolleri; nefret, kıskançlık, korku, öfke, ego, çatışma, şehvet yanardağ, yakıcı ateş.

Su

Su elementinin yönü batıdır. Su elementinin rengi saf mavidir ve tabiatı soğuk ve nemlidir.

pozitif unsur ve sembolleri:  günbatımı, sonbahar, su kadehi, kase,  merhamet, arp, huzurluluk, bağışlama, sevgi, sezgi, durgunluk, berraklık, aklın barışı, akışa uyma, sanat.

Negatif unsurları ve sembolleri: seller, sağanaklar, girdaplar, tembellik, ilgisizlik, kararsızlık, duygusal kontrol eksikliği, emniyetsizlik, ani çıkışlar

Hava

Hava elementinin yönü doğudur. Hava elementinin rengi saf açık sarıdır. Tabiatı ılık ve nemlidir.

pozitif unsurları ve sembolleri: gündoğumu, bahar, tütsü, kuş tüyü, değnek, gong veya zil, bulutlar, esintiler, nefes, iyimserlik, sevinç, zeka, zihinsel çabukluk, yenileme, değişime açıklık.

Negatif unsurları ve sembolleri: hafif davranışlar, dedikodu, değişkenlik, dikkatsizlik, böbürlenme, unutkanlık, fırtınalar, kasırgalar, yok edicilik, yıkıcılık, maymun iştahlılık.

Bu dört evrensel gücü çağırmak için öncelikle elementlerin iyi özümsenmesi şarttı. Her bir element üzerine günlerce meditasyon yapılıp onların doğaları keşfedilirdi. Nerede yansımaları olduğu en önemlisi içimizdeki hangi duygularla bütünleştikleri tespit edilirdi. Bu özümsemeden sonra çağırım için her elementin yönüne dönmek şarttı.  Toprağı çağırmak için kuzeye, suyu çağırmak için batıya, havayı çağırmak için doğuya ve ateşi çağırmak için güneye dönülür, her birinin kutsal sembolü çizilir ve ritüelistik araç vasıtasıyla çağırım yapılırdı.


Ateş için bıçak, hançer, orak, athame veya kılıç kullanılırdı. Çünkü bunlar ateşte dövülmüş nesnelerdir ve ateşin enerjisiyle yaratıldıkları için o enerjiyi barındırırlar. Su için metal bir kadeh veya deniz kadehi denen bir araç kullanılırdı. Kadeh, dişiliğin, akışkanlığa biçim vermenin sembolüdür. Haliyle aynı zamanda suyunda temel sembolüdür.  Kadehi deniz kabuklarından yapmak suretiyle deniz kadehi elde edilir. Toprak için tuz veya taşlar kullanılırdı.

Havanın ise en temel sembolü asalar idi. Ve çağırımda asalar önemli bir noktayı temsil ederdi. İşte bu noktada asa, eskilerin en önemli ritüelistik araçlarından biridir. Havanın unsurlarını yani; nefes, tesir, değiştirme, dönüştürme, çabukluk unsurlarını taşır. Bu yüzdendir ki asalar bir şeylerin dönüştürmenin (sihrin) sembolüydüler. Bu yüzden hemen hemen her gelenekte yer almaktadır. Eski doğa tabanlı geleneklerde havayla betimlenen ve dönüşümün aracı olan asanın bir diğer önemli sembolü; ağaçtır.

Asanın Ezoterik Anlamı

Asalar, bahsettiğimiz gibi dönüşümün en önemli aracı olmuşlardır. Bazı özel asalar dışında birçoğu ağaçlardan yapılır. Ağaçlar, gökyüzü ile yeryüzünü birleştirmektedirler. Dallarıyla gökyüzüne doğru uzanırken, kökleriyle yerin altına büyüyerek iki dünyayı, iki alemi, iki evreni kısacası yukarıyı ve aşağıyı birleştirmektedir. Bu yüzden; Yukarıdakini aşağıya, aşağıdakini yukarıya taşımakla görevli olan aracı insanların temel sembolü ağaçlar ve ağaçlardan elde edilen asalardır.

Eski şamanlar, yukarıdan aldıkları enerjileri halka dağıtmakla görevliydiler. Haliyle ilahi alemle bu alem arasında aracı konumundaydılar. İşte bu yüzden asalar kullanmakta ve bu sembolizmayı yaşamaktadırlar. Aynı şekilde Hızır’da asa taşımakta ve ilahi olandan gelip, maddi alemlere yardım etmektedir. Bu yüzden dolayı asa taşıyan insanlar her daim manevi dünyalarla bağı olan “aracı” konumundaki insanlar olarak resmedilmişlerdir. Eski resimlere bakıldığında münzeviler her daim bu aracı olmanın tasviri olan asayla betimlenmişlerdir.  Yaşlılık, bilgelik ve asa üçlemesi parçalanmaz bir bütünlük içermektedir. Haliyle asa, ağaç sembolünden de yola çıktığımız gibi, bilgeliğe arayışta destek alınan bir “güçtür”. Üst alemleri ve alt alemleri birleştiren ağacın parçası olan asa, bu ikisi arasında yol göstericidir ve bu yüzden ermiş figürüyle birleşmiştir.

Bu ezoterik bütünleşmenin en önemli temsili tarot kartlarındaki hermit kartıdır. Hermit, pelerinli yaşlı bir adamdır. Bir tepenin üzerinde durmuş sağ elinde bir fener, sol elinde ise bir asa taşımaktadır. Fener, bilgeliğin yolunu göstermek anlamına gelir ve hermit kartı bilgeliği arayış, münzevilik anlamına gelmektedir. Meditatif konumları, orucu, kendini ilahi olana adamayı ve bu adanmışlık içerisinde evrenin gizli kanunlarının keşfini anlatır. Bunun dışında tarot kartında bulunan asalar kartı ise girişkenliği, ilerlemeyi, ustalaşmayı ve sezgisel olarak herhangi bir yöne yönlendirilebilen güçlü enerjileri, irade gücünü anlatır. Hermit kartını incelediğimizde ise pelerin kendini adamışlığı ve içsel olarak kapanmışlığı, Hermit’in gözlerinin yere bakması mütevazi olmayı, nefsin terbiyesini, bilgeliğin sessizliğini, sol elinde tuttuğu asa, ilahi olanı keşfetmeyi, enerjileri yönlendirebilecek irade güce sahip olmanın, ustalaşmanın, olgunlaşmanın ve bütünleşmenin, fener ise bu elde edilen bilgelikle yolların aydınlatılmasının sembolüdür. Öyleyse ruhsal tekamülün sembol olan Hermit resminde bulunan asa, ruhsal yükselişin en önemli kademelerinden birine işaret etmektedir.



Musa’nın Asası ve Mısır’ın Kutsal Asaları

Asaların, ağaçların sembolü olduğu ve bilgelikte dönüştürücü, değiştirici ve iradenin gücüyle yaratımın (maji) sembolü olduğundan bahsettik. Peki, asalar sadece ezoterik semboller midir yoksa fantastik edebiyatın vazgeçilmez öğesi olmanın dışında ruhsal bir anlam taşır mı?

Bu noktada Hz. Musa’nın asasıyla Mısır uygarlığa bize çok büyük bir gücü işaret etmektedir. Kuran’da Hz. Musa ve asasına karşı ilginç göndermeler mevcuttur.

(Yine) Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı o zaman biz ona:”Asanı taşa vur” demiştik de ondan on iki pınar fışkırmıştı böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah’ın verdiği rızıktan yiyin için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın (Bakara 2/60).

“Asanla taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan- topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu (A’raf 7/160).

Bu iki ayette de görüldüğü gibi Hz. Musa’ya gelen emirle asasını taşa vurması istenmektedir. Aslında burada akla gelen soru emredilen şeyin “asanın kullanılması” olup olmadığıdır. Bu iki ayette de asaya vurgu yapılması, asadaki özel bir güce işaret etmektedir. Pek tabi ki su Allah’ın izni ve isteğiyle ortaya çıkmaktadır lakin buna vesilen olan şey acaba majik güçleri olan bir asa mıdır? Zira Mısır kültünde her firavunun ve tanrı-tanrıçanın asası olduğu bilinmektedir. Hz. Musa ise Mısır bilgeliğine inisiye olmuş bir kişidir. Haliyle asa, basit bir asanın ötesinde kozmik bir güce sahip olabilir. Bunu yine şu ayetten yola çıkarak daha rahat anlayabiliriz:

“Sağ elindeki nedir ey Musa?” Dedi ki: “O benim asamdır; ona dayanmakta onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak düşürmekteyim onda benim için daha başka yararlarda var.” Dedi ki: “Onu at ey Musa.” Böylece onu attı; (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan (kocaman) bir yılan (oluvermiş). Dedi ki: Onu al ve korkma biz onu ilk durumuna çevireceğiz. Elini koltuğuna sok bir hastalık olmadan başka bir mucize (ayet) olarak bembeyaz bir durumda çıksın. Öyle ki sana büyük mucizelerimizden (birini) göstermiş olalım. (Taha 20/17-23)


 Bu ayette asa ile ilgili Hz. Musa, ona dayandığını (destek aldığını) ve ağaçlardan yapraklar düşürdüğünü söylemektedir. Buradaki dayanma kısmı, kozmik olarak enerjisel destek olabileceği gibi insani bir işlevde olabilir. İki anlamında aklımıza gelme sebebi Kuran’daki her ayetin içerisinde sırlar barındırmasıdır ve ayetin ilerleyen kısmında “onda benim için başka yaralarda var.” Denmesidir. Burada gizli bir işlevden bahsedildiği aşikardır. Kaldı ki ayetin ilerisinde, bir mucize gerçekleşmektedir. Ayrıca Hz. Musa’nın denizi ikiye ayırmak için yine asasını yere vurması da asaya yapılan bir vurguyu içerir:

Firavun ve adamları gün doğarken İsrailoğlullarının peşine düştüler. Nihayet iki taraf birbirinin görüş alanına girdiklerinde Musa’nın kavmi, “İşte şimdi yakalandık” dediler. Musa; “Hayır, korkmayın, Rabbim benimle beraberdir ve bana mutlaka bir kurtuluş yolu gösterecektir.” Dedi. Bu sırada biz Musa’ya “Asanı denize vur” diye vahyettik. Vurur vurmaz deniz ikiye yarıldı, her iki yanı sanki büyük bir dağ gibiydi. (Şuara suresi 26/60-63)

Dikkatinizi çekmek istediğim nokta; tekrardan asasını vurması istenmesidir. Deniz kendiliğinden ikiye yarılmıyor, birden su fışkırmıyor. İlahi boyutlardan izin geliyor ve Hz. Musa asayı yere vurduğu anda muhteşem enerjisel değişimler oluyor; sular çıkıyor, deniz ikiye yarılıyor. Bu noktada asanın yere vurulması sanki enerjiyi salma veya yönlendirme anlamını taşımaktadır. Çünkü bazı majikal çalışmalarda kapıları açmak veya kapamak için veya enerjiyi o noktaya odaklamak için asanın sertçe yere vurulması gerekmektedir. Bu eski çalışmalar ve bu ayetlerin ışığının paralel olması asanın ruhsal etkisinin olabileceği anlamını taşımaktadır.  Bu noktada ilgi çekici bir diğer kısım ise, bunu sadece Hz. Musa’nın yapması değil, rahiplerinde yapabilmesi. Rahiplerde asalarını yılana çevirebildiklerine göre, asaların bu noktada kritik bir işlevi olduğunu düşünebiliriz. Ama Hz. Musa ilahi destek aldığı ve enerjisel olarak rahiplerden çok daha güçlü olduğu için, Musa’nın asası rahiplerinkini yemektedir.

Asalar Hz. Musa’da da gördüğümüz gibi Mısır’da da çok önemli bir konumdadır. Özellikle her firavunun kendine has bir asası olması ve bütün Mısır tanrı ve tanrıçalarının asalarla gösterilmesi asalara verilen değeri göstermektedir. Mısır araştırmacıları firavunların ellerinde ki asaların bereketin ve yetkinin sembolü olduğunu düşünmektedir. Pek tabi ki bu doğru olabilir ama asalar yapısı itibariyle farklıdır. Bu konuda bazı araştırmacılar daha ilginç teoriler üretmektedir.


Olağanüstü Enerjiler’in yazarı Serge K. King kitabında Mısır’daki asalarla ilgili şu ilginç tespiti yapıyor:

Kralların, kraliçelerin, prenslerin ve idarecilerin temsili heykellerinde ellerinde tuttukları görülen on, on iki cm uzunluğunda merak uyandırıcı çubuklar vardır. İdareciler genellikle yalnızca bir çubuk tutarken diğerleri hemen hemen her seferinde her elde bir tane olmak üzere iki çubuk tutar biçimde tasvir edilmişlerdir. Egyptologların elinde bunların ne olduğuna dair hiçbir ipucu bulunmamaktadır. Çubuklar iktidar sembolü olamayacak kadar küçüktür, çünkü birkaç metre uzaklıktan bile zor fark edilmektedir ve işaretlemeler, boyut ve şekilleri kraliyet mühürlerine uygun değildir. Olası bir açıklama için bir kere daha ezoterik geleneğe geri dönebiliriz. Yıllar içerisinde çeşitli medyomların aldığı bilgilerde çubukların amacının, bedenin enerji alanının kuvvetini bu enerjinin iradi olarak psişik ve fiziksel hedeflere yönlendirilebileceği bir noktaya kadar artırmak olduğu belirtilmiştir. İddiaya göre küçük çubuklar aralarında bir akım oluşturmak amacıyla farklı materyallerden üretilmişti. Kombinasyonlardan birinin karbon ve manyetik demir, bir diğerinin ise bakır veya bronz ve kalay olduğu anlatılıyordu. Bazılarının ise tüp şeklinde düzenlendiği bildiriliyordu.

Şimdi, Mısır yontu ve resimlerinin belli bir görevi olması gereken esrarengiz çubuklar tutan kişileri sergilediğini biliyoruz. Psişik kaynaklar materyalleri ve amaçlarını tanımlamaktadır ve bu materyaller elde tutulduğu zaman objektif bir etkinin meydana geldiği de bulgulanmıştır. Bu gerçekler Mısırlıların bizim bilmediğimiz bir enerji formunu kullandıklarını kanıtlamaz, ancak bunlar dikkate alınmaya değecek ipuçlarıdır.

Ancak çubukların bedenin enerji alanının gücünü arttırıcı bir etkileri olduğunu kabul edersek, bu çubuklar eğer kayaları havaya kaldırmak içinde kullanıldıysa nasıl olup da böyle bir güce dönüştürülmüştür? Elimizde yanıt olabilecek türden bir “salon eğlencesi” vardır. Eğer bir kişi yere uzanırsa ve altı kişide onun çevresine dizilip parmak uçlarıyla onu havaya kaldırmaya çalışırlarsa, bunu başarmak oldukça zordur. Fakat eğer bu altı kişi sık ve derin bir nefes alarak buna bir süre devam ederlerse, yerdeki kişiyi çok daha büyük bir kolaylıkla kaldırabileceklerdir. Bizim teorimiz, sık nefes sayesinde bu altı kişinin sistemlerinde ekstra vril aldıkları ve onu parmaklarının içinden çıkan konsantre bir ışınla harcadıklarıdır. Vrilin kuvvetlerinden birsinin levitasyon olduğu söylendiğine göre, derin nefesten sonra yerdeki kişinin yükseltilmesinin kolaylaşması böyle açıklanabilir. Eğer Mısırlılar çubuk veya tüpler aracılığıyla yeterli çoklukta vrilyüklemesi yapabilmekteydilerse, bunu bir başka çubuk veya tüp içinde bir ışın şeklinde deşarj edebiliyor ve böylece bir kayayı yerinden kaldırabiliyor olabilirlerdi. Ta ki şarj bitene kadar. Bu bir rahibin veya görevli kişinin kayanın yeniden kaldırılabilmesini temin edecek yeni bir yükleme gerçekleştirene kadar bir ertelemeye yol açıyor olmalıydı. Ve kaya bu şekilde inşaat yöresine doğru hoplatılıyordu. Fakat tabii bu yalnızca bir teoridir.

Birçok Mısır resminde resimdeki kişilerin tuttukları görülen, egyptologların açıklamakta zorluk çektikleri gizemli değnekler vardır. Değneğin belirsizce bir hayvan başına benzeyen tuhaf bir başı, düz bir gövdesi ve bir at nalı gibi iki uca ayrılan bir alt kısmı vardır. Kahire’de bir muhafazanın içinde gördüğüm bir örnek tahtadan yapılmıştı ve alt kısmı gümüş yapraklarla kaplanmıştı. Gümüşün elektriği geçiren en iyi doğal iletken ve tahtanın en iyi doğal yalıtkanlardan biri olması, bir rastlantıda olabilir veya olmayabilir. Bu kombinasyon pekala elektrik enerjisini veya belki devrili depolamak için tasarlanmış bir alet, bir kapasitör yerine geçebilir.”

Serge K. King’in bahsettiği teori doğru olabilir. Asalar belki de taşları uçurmak için kullanılan ve evrensel enerjiyi bünyesinde saklayıp yansıtabilen özel teknololojik aletler olabilir. Veya belki tamamen majikal yöntemlerle çalışıyor da olabilirler. Albert Einstein’ın “Bizim bilemediğimiz bazı sırları eskilerin sahip olduklarını kabul etmek zorundayız. 600 tonluk bazı taş blıkların üst yüzeylerinin dışa doğru kubbeleşmiş olması olması dikkat çekiyor. Bu ancak muazzam bir çekim veya emme kuvveti ile meydana çıkabilecek bir fenomendir.” Sözü de Mısır’da kullanılan asalarla ilgili teoriyi doğrular niteliktedir.



Ruhsal Olarak Asa

Aslında bu ezoterik yansımaların ve muhteşem levitatif çalışmalar dışında, asalar aktif olarak kullanılan bir ritüel aracıdır. Yani teorik anlamların dışında, bu anlamları gerçekleştirecek pratik bir araçtır. Her kültürdeki asanın yapılışı ve kullanışı farklıdır ve biraz sırlıdır. Yukarıda Mısır asalarından ve Hz. Musa’nın asasından bahsettik. Bu asalar belli ki farklı teknolojileri veya çok daha derin sırları içermektedir. Kimisine göre bu Mısır asaları Atlantis’ten gelen teknolojik araçlardır ve artık yoklardır. Ama ben burada bu bahsettiğimiz biraz daha sıra dışı teoriler dışında, eski geleneklerde bahsedilen sihirli asalar ve bu asaların ruhsal olarak kullanışlarından-yapılışlarından bahsedeceğim. Burada taşları uçurmak, denizleri ikiye ayırmak gibi fiziksel etkilerden çok “ruhsal değişimleri” amaç edinen asalardan bahsediyoruz.

Asaların ruhsal olarak kullanımı, var olan ruhsal enerjiyi iletmek veya evrensel enerjiyi çekmek (paratoner gibi) şeklindedir. Bu iki yönlü kullanımda da kişinin çok profesyonel ve enerjisel olarak kendini geliştirmesi şarttır. Çünkü spritüel enerjilerin ve kimya-fizik yasalarından bildiğimiz üzere ağaç maddesi, metalik maddelere göre enerjiyi aktarmakta daha zayıftır. Bu yüzden inisiyatik gelenekte kılıçla çalışmalara başlayan çırak, ustalaştığında asaya geçmektedir. Haliyle asa, bu noktada çok daha etkili ama enerjisel yönlendirmeler için çok daha zordur. Tabi ki bir o kadarda asanın yapım aşamaları çok önemlidir.

Asaların yapımında ise öncelikle kişinin bir ağaç seçmesi çok önemlidir. Bazı geleneklerde kişi orman içerisine girerek içsel olarak kendine yakın hissettiği bir ağaçtan asa yaparken, kelt geleneğinde doğum tarihlerine göre belirlenmiş ağaç seçimleri mevcuttur. Genel olarak meşe, söğüt, fındık ağacı, mürver ağacı, akasya, dişbudak ve yabani erik ağacı kullanılabilir. Ağacın seçiminden sonra işlenip asa haline getirilmesinde kişi tamamen kendi emeğini kullanmalıdır. Gerekli oymaları yaptıktan sonra, tüm diğer ek dalların uç kısımlarının enerjinin gidişatını bozmaması için temizlenmesi önemlidir. Bu ağaç seçimleri ve işlemeler sırasında dualar önemlidir.

Mesela Havass çalışmalarında asa yapımı ve okumalar şöyledir; Sülalenin eskilerinden diktiği bir incir veyahut nar ağacı, birkaç gece önceden ayetel kürsi ve Fatiha okunmuş su ile sulanır. Ardından hayırlı bir vakitte namaz sonrası Besmele çekilerek dualar eşliğinde dal kesilir. Fatiha, ayetel kürsi ve çeşitli kurandan sureler eşliğinde kesme ve yontma işlemleri yapılır. Ardından gönülden “Süleyman a.s., Davut a.s, Musa a.s.’ye ve Talut’a nasip ettiğin kudreti banada ihsan et ey Cebbar olan Allah’ım!” denir ve dalın bir yüzüne bakara suresinin 249. Ayeti, diğer yüzüne Fatiha suresi yazılır. Artık bu dal cinleri kovmaktan, şifa vermeye, define bulmaktan nice ilginç işlere yarayacağına inanılır.

Ardından asalara kültüre bağlı olarak bazı majikal tılsımlar ve semboller çizilir. Bunların çizimi her kültüre göre değişir. Yukarıdaki örnekte Kuran’dan ayetlerin yazıldığından bahsetmiştik. Diğer kültürlerde bu semboller ve çizimler ile dualar değişmektedir. Bundan sonra ise asaya kişinin kendi isteğine göre tılsımlı şeyler asılır. Bazı eski şamanik öğretilerde hayvan parçaları, kuş tüyleri, giysi parçaları gibi şeylerdir. Vodoo rahipleri ise kurukafalar, kan, hayvan parçaları gibi şeyler koymaktadırlar. Bunun dışında doğal taşlar, çeşitli bitkiler kullanılabilmektedir.

Hayvan parçaları kullanılmasının sebebi hayvanların ruhlarından yardım almaktır. Böylelikle hayvanları kontrol edilebileceğine inanılır ve rehber hayvan ruhlarının eşlik edeceği düşünülür. Uçlarına kristal veya çevresine metal parçalar konması enerjiyi odaklamak içindir. Eğer daha çok şifa çalışmalarında kullanılacaksa asa, asma sapı veya söğüt ağacından yapılıp yılan şekli yapılır. Tüy konulacaksa, yerleştirilecek tüylerin hangi hayvandan alındığı önemlidir. Her bir kuşun tüyü farklı anlam taşınır. Bunlar dışında bir diğer en çok kullanılan nesne ise boynuzlardır.  Şamanik ve ruhsal olarak bir sonraki aşama ise enerjinin yüklenmesi aşamasıdır.

Bu noktada kişi, asayı alıp tüm enerjisini asaya yönlendirerek dualar okur. Kendisinin asa ile bir olduğunu ve asaya dönüştüğünü imajine eder. Ardından irade gücünü ve ruhsal enerjisini asaya aktarır ki, asa, iradesiyle istediklerini yerine getirebilsin. Bu enerjinin yüklenmesi aşaması tekrarlanmalıdır. Ne kadar sık tekrarlanırsa asayla bütünleşme o kadar fazla gerçekleşir. Bu noktada eski öğretilere baktığımızda yüklemede yapılan değişiklerin işlevini değiştirdiği gözlemlenir. Mesela kimisi şifa vermek için kullanılırken kimisi hayvanlara yönelik kimisi ise daha geneldir. Haliyle enerjinin odaklanma kısmı bu noktada önem arz etmektedir. Çalışmalar ile öncelikle ruhsal tesirler en sonunda ise fiziksel tesirler yapılabileceği söylenmektedir.

Ardından yüklemeler dışında kutsamalar yapılır. Bu kutsamalar genellikle elementler veya yapan şamanın ata ruhları veya tanrıları ile tanrıçalarından istenmektedir.  Yukarıdaki havass örneğinde ise kutsama aşaması dua içermektedir.

Tarih sürecinde farklı asa kullanımları gelmiştir. Batı ruhsal ekollerinde ezoterik sembollerle süslü asalar varken, Haiti voodoosunda tüylerle kaplı enerjiyi aktarmaya yarayan asalar vardır ve cadılık uygulamaları ile eski paganlarda daha düz ve sade asalar göze çarpar. Daha sonra hazırlanan bu asalar ruhsal çalışmalarda enerjileri yönlendirmek veya değiştirmek, inisiyatik törenlerde kutsamak veya element krallıklarını açmakta kullanılır.

Asadan Bastona

Gerek ruhsal araçlar olarak gerekse ezoterik semboller olarak asalar hayatımızın her daim içinde var olmuştur. Hangi birimiz küçükken yaptığı bir asayla hayaller dünyasında kaybolmamıştır? Veya birçoğumuz orman gezilerinde yerde bulduğumuz asaların eşliğinde gezimizi tamamlamışızdır. Yaşlılığımızın vazgeçilmez baston figürü dahi belki de asalardan alınan desteğin ve olgunlaşmanın bir sembolü olabilir. Geçmişe baktığımızda ise her kültürün kendisine has asa sembolizması ve asa geleneği olduğunu görürüz.  Hal böyle olunca, asalar, her ne kadar Hollywood filmlerinin ve fantastik edebiyatın içinde önemli bir yer edinmişse de, gerçek hayatta hepimizin bilinçaltında önemli bir sembol olmuştur.




KAYNAKLAR :
Olağanüstü Enerjiler- Serge K. King
Voodoo- Heike owusu
Antik Mısır Sırları – Ergun Candan
Merlyn Kral Arthur’un Büyücüsünün Gizli 21 Dersi – Douglas Monroe
Yüce Kura’n Açıklamalı – Yorumlu Kuran’ı kerim Meali – Prof. Dr. Abdülkadir Şener, Prof. Dr. Mustafa Yıldırım, Prof. Dr. M. Cemal Sofuoğlu
Büyücülük Klavuzu – Elizabeth Brooke
10 adımda Psişik Gücünüz – Cassandra Eason
www.indigodergisi.com
Devamını Oku »

Yukarı Git